17 Mart 2015 Salı

Beynin İçindeki Manzarayı Seyreden Kim?

Beynin İçindeki Manzarayı Seyreden Kim?

Bir cisimden gelen ışık, retina üzerine düşer ve daha sonra işlem görmesi için beyinde otuz kadar farklı görme merkezine iletilir.
Göz merceğinden geçen ışık, gözün arka tarafındaki ağ tabakanın üzerine baş aşağı ve iki boyutlu bir görüntü bırakır. Ağ tabakadaki çubuk ve koni hücreler, bazı kimyasal işlemlerden sonra bu görüntüyü elektriksel akıma dönüştürür.
Bu elektriksel akımlar, göz sinirleri aracılığı ile beynin arka kısmında yer alan görme merkezine götürülür.
Beyin ise bu gelen sinyali anlamlı ve üç boyutlu görüntüler haline getirir. Craig Hamilton’un belirttiği gibi, “bu şimdiye dek hiç kimsenin tatmin edici bir çözüme ulaştıramadığı bir problemdir. Fakat yine de bizim anlamamız gereken, gözlerinizin her biri resmin farklı bir kısmını görür ve beyniniz ise bunu bir bütün haline getirir“.
Yapılan bu tanımlar, oldukça genel anlamda gözün nasıl gördüğünü tarif etmektedir.
Gözler, bize dış dünyadaki, aslını hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir görüntünün oluşum safhalarının ilk aşamasını temsil ederler. Dışarıda var olan dünya, gözden geçen ışık sayesinde, elektrik sinyalleri yoluyla, içimizde, beynimizin oldukça küçük bir noktasında var olur.
Başımızı kaldırıp etrafımıza şöyle bir baktığımızda gördüğümüz görüntü uçsuz bucaksız da olsa, aslında beynimizin içindeki bu küçük noktada oluşur. Bu uçsuz bucaksız görüntünün aslının, gördüğümüz görüntüye benzeyip benzemediğini ise hiçbir zaman bilemeyiz.
Cambridge Üniversitesi matematik ve teorik fizik bölümünden Peter Russell, bu gerçeği şu şekilde özetler:
Bir ağaca baktığımda, doğrudan ağacı görüyormuşum gibi gelir. Ama bilim, tamamen farklı bir şeyin gerçekleştiğini söylemektedir.
Gözden giren ışık retinada kimyasal reaksiyonları tetikler, bunlar beyne giden sinir lifleri boyunca hareket eden elektrokimyasal impulslar meydana getirirler. Beyin aldığı verileri analiz eder ve sonra dışarıda var olan şeye dair kendi görüntüsünü meydana getirir.
Daha sonra ben, ağaç görüntüsünü görürüm. Ama benim asıl gördüğüm ağacın kendisi değildir, sadece zihnimde oluşan görüntüsüdür. Bu, tecrübe ettiğim her şey için geçerlidir. Bildiğimiz, algıladığımız ve hayal ettiğimiz her şey, her renk, ses, duygu, her düşünce, her his zihinde meydana gelen bir şekildir. Bunların tümü zihnin kendi şekillendirmesidir.
Tüm bunlar, bizi önemli bir gerçeğe götürmektedir: Biz hayatımız boyunca, dünyayı bizim dışımızda zannederiz. Oysa dünya, her şeyiyle bizim içimizdedir. Bizler, dışımızda zannettiğimiz dünyayı aslında beynimizin içindeki küçücük bir noktada görürüz.
Dışarıdaki dünyanın aslını doğrudan göremediğimize ve her şey beyinde oluşan bir algı olduğuna göre, acaba gören gerçekten “göz“müdür?
Bizler, hayatımız boyunca tüm dış dünyayı gözlerimizle gördüğümüzü zannederiz. Oysa gözün görme işlevini gerçekleştirmesi için yapılan bilimsel tanım, görenin göz olmadığını anlatmaktadır. Gözler ve gözlere ait olan milyonlarca sinir hücresi, sadece görme olayının gerçekleşmesi için beyne mesaj ileten kablo görevine sahiptirler. Retina, kendi üzerine düşen ışık parçacıklarını algılar ve bunları elektrik sinyaline dönüştürerek beyne iletir.
Yani burada söz konusu olan; havadan gelen ışık dalgaları, yağ, protein ve sudan oluşmuş retina ve iletilen elektrik sinyalleridir. Beyinde; bahçede koşuşan çocuklar, mavi bulutsuz bir gökyüzü, denizi yararak yüzen gemiler yoktur. Var olan şey, sadece elektrik sinyalleridir.
Peki beynimizde tüm bu algıların oluştuğu, görüntülerin canlandığı, seslerin duyulduğu, kokuların oluştuğu bir yer var mıdır? Beyni dikkatlice inceleyecek olsak, birbiriyle etkileşim içindeki nöronlar ve bunların arasındaki kimyasal ve elektriksel bağlantılarla karşılaşırız. Ama beynin hiçbir yerinde renklerin, şekillerin, yazıların ve dış dünyaya ait diğer şeylerin görüntülerini bulamayız.
Beynin hiçbir yerinde, yaprakları hareket eden yeşil bir ağaç, alışveriş yapan kalabalık, evler, arabalar, mobilyalar yoktur. Beynin hiçbir yerinde bize gülümseyen bir dostumuz, annemiz veya babamız yoktur. Okumakta olduğunuz bu kitabın görüntüsü, beynin hiçbir yerinde bulunmamaktadır. Kısacası, etrafımızda gördüğümüzü zannettiğimiz dünya, ne dışarıda ne de beyindedir.
Görüntünün beyinde olduğunu iddia eden bilim adamlarının şu soruya cevap vermeleri gerekmektedir. Eğer beyinde bir görüntü meydana geliyorsa, bu durumda bu görüntüyü izleyen kimdir?
Kaliforniya Üniversitesi, Psikoloji Bölümü ve Nörobilim Programı profesörü ve Beyin ve Algılama Merkezi Başkanı Vilayanur S. Ramachandran, Phantoms in the Brain (Beynin Aldanışları) isimli kitabında bu durumu şu şekilde açıklamıştır:
Elinde tuttuğu bardaktaki içeceğe baktı. “Göz küremin içine bu bardağın ters bir görüntüsü düşüyor. Açık ve koyu renkli görüntülerin hareketleri retinamın üzerindeki fotoreseptörleri aktifleştiriyor ve şekiller, bir yol boyunca –bu yol optik sinirdir tek tek pikseller halinde aktarılıyor. Beynimin içindeki ekranda da görüntüleniyor. Bu bardağı da aynen bu şekilde görmüyor muyum? Elbette, beynimin tekrar görüntüyü çevirip düzeltmesi gerekiyor.”
Onun fotoreseptörler ve optik hususundaki bilgileri etkileyici olsa da, beynin içinde bir yerlerde görüntülerin izlendiği bir ekran olduğu şeklindeki açıklamasında ciddi bir mantık hatası vardır. Çünkü eğer iç nöronlara bağlı bir ekranda bardağın görüntüsünü izleyebiliyor olsaydınız, beyninizin içinde bunu görmesi için bir başka küçük insana ihtiyaç duyardınız.
Bu da problemi çözmeyecektir, çünkü bu kez onun kafasının içinde görüntüyü izleyebilmesi için daha da küçük bir insana ihtiyaç duyacaktınız ve bu böylece sonsuza dek devam edecekti. Sonuç olarak ise idrak sorusunun gerçek cevabını bulamadan hiç bitmeyen gözler, görüntüler ve küçük insanlar ile başa çıkmanız gerekecekti.
Ramachandran’ın burada değinmekte olduğu nokta son derece önemlidir. Beynin içinde görüntü olduğunu varsaydığımızda, bu görüntüyü beynin içinde izleyen bir kişinin varlığı gerekecektir. Beyinlerin içinde görüntüler, görüntüleri izleyen küçük insanlar ve onların beyinlerindeki görüntüyü izleyen küçük insanlar kesintisiz olarak devam edecektir.
Beynin içindeki görüntüyü izleyen bir varlık olmadığına göre, beynin içindeki görüntü iddiası gerçek dışı ve mantıksızdır. Beynin içi kapkaranlıktır, ışıksızdır, sessizdir. Beynin içinde renkler, birbirinden güzel görüntülü çiçekler, sıcaklık hissi veren mangal ateşi ve cıvıl cıvıl öten kuşlar yoktur.
O halde beynin içinde oluşan şey nedir? Ramachandran, bunun teknik açıklamasını şu şekilde yapar:
… idrak konusunu anlamak için ilk adım beyindeki görüntüler fikrinden kurtulmak ve nesneler ile olayların dış dünyadaki temsili tarifleri üzerinde düşünmektir.
Bu sayfada yazılı olan paragraflar gibi bir paragraf, temsili tarif ifadesini çok iyi açıklayabilecek bir örnektir. Eğer Çin’deki arkadaşınıza dairenizin nasıl göründüğünü anlatmak isteseydiniz, dairenizi Çin’e nakletmeniz gerekmeyecektir. Tek yapmanız gereken dairenizi tanımlayan bir mektup yazmaktır. Fakat mektubunuzdaki kelimeleri ya da paragrafları meydana getiren mürekkep hiçbir şekilde fiziksel anlamda odanıza benzerlik göstermez. Mektup, sizin dairenizin temsili bir tarifidir.
Beyindeki temsili tarifin anlamı nedir?
Elbette mürekkep damlaları değil, fakat sinir iletilerinin dilinden söz edilmektedir. İnsan beyninde görüntülerin işlenmesi için çok sayıda alan bulunmaktadır, bunların her biri görüntüden belirli türde bilgileri almakta uzmanlaşmış karmaşık nöron ağından oluşur. Her bir nesne, bu alanların içerisinde sadece o nesneye ait bir dizi faaliyeti harekete geçirir.
Örneğin bir kaleme, kitaba ya da bir insan yüzüne baktığınızda her durum için farklı bir sinirsel faaliyet şekli tetiklenir ve sizin neye baktığınızla ilgili daha üst beyin merkezlerini “bilgilendirir.” Bu faaliyetlerin biçimi, aynen kağıdın üzerindeki mürekkep damlalarının sizin odanızı temsil veya sembolize etmesi gibi, görsel nesneleri temsil eder ya da sembolize eder. Görsel süreçleri anlamaya çalışan biz bilim adamları için hedefimiz beynin bu sembolik tarifleri oluşturmak için kullandığı şifreyi çözmektir, tıpkı bir şifre çözücünün yabancı bir metni deşifre etmeye çalışması gibi…
Fakat tek başına bu haritanın varlığı görmeyi açıklayamaz çünkü beynin içinde önceden de belirttiğim gibi primer görme korteksinin üzerinde gösterilenleri izleyen küçük bir insan yoktur.
Richard L. Gregory ise, bunu şu şekilde tanımlar:
Gözlerin, beyinde, nesnelerin algılarından oluşan bir görüntü oluşturdukları düşüncesinin cazibesinden kaçınmak önemlidir. Beyinde görüntü fikri, bütün bunları görecek bir iç gözün de bulunmasını beraberinde getirir. Ama bu da, bu görüntüyü görebilecek bir başka gözün bulunmasını başka görüntüler için başka gözleri vs. gerektirecektir. Bu ise hiçbir sonuca ulaşmadan sonsuza kadar bu şekilde devam eder.
Iowa Üniversitesi Nöroloji Departmanı profesörü ve başkanı Antonio Damasio, “oldukça dürüst bir şekilde şunu söyleyebilirim; bilincin ilk problemi, nasıl ‘beyinde bir film‘ oluşturabildiğimizdir,” açıklamasını yaparken, bilim adamlarının bu konu ile ilgili içinde bulundukları açmazı açıkça itiraf etmektedir.
Açıktır ki, 21. yüzyıl bilimi, “Gören kim?” sorusunu cevapsız bırakmaktadır. Bilim adamları, beynin içinde bir izleyicinin olduğu varsayımını kuşkusuz terk etmişlerdir. Ama bu durum, beyinde oluşan görüntü kavramını
bilim adamları açısından daha büyük bir problem haline getirmiştir. Beynino içindeki tek bir nokta, bize, sayısız detaya sahip olan, mükemmel netlikte ve kusursuz ayrıntılar taşıyan bir dünya sunmaktadır. Hem de kesintisiz olarak. Bunun teknik ve bilimsel açıklaması budur. Peki acaba oluşan “görüntü” nerededir?
Oxford Üniversitesi’nden psikolog yazar Susan Blackmore, şu yorumu yapar:
Crick, “gözlerimizin önünde gördüğümüz dünyanın canlı görüntüsü“nün bağlantılarını bulmak istediğini söylüyor.
Damasio ise bunu “beynin içindeki sinema” olarak adlandırıyor. Ama eğer görsel dünya büyük bir illüzyon ise, bu durumda bu kişiler aradıkları şeyi hiçbir zaman bulamayacaklar, çünkü ne beynin içindeki sinema ne
de canlı görüntü beyinde bulunmamaktadır. Bunlar da illüzyonun bir parçasıdır.
Susan Blackmore’a göre muhatap olduğumuz her şey, yalnızca bir illüzyondur. Aslında illüzyon tanımı burada ortaya çıkan durumu tam olarak açıklayamamaktadır. İllüzyon, zihnimizde meydana gelen olayları fiziksel gerçeklerle karşılaştırdığımızda ortaya çıkan bir durumdur. Ancak burada insan, dışarıdaki dünya ile yani karşılaştırma yapabileceği bir fiziksel gerçeklikle muhatap değildir. Bunların tümü, zihnin ürettiği şeylerdir ve zihin, dışarıdaki gerçekliği hiçbir zaman görememekte, duyamamakta, hissedememektedir. Bunlar yalnızca
bize ait gerçeklerdir. Bu durumda burada gerçekleşen durumu illüzyon değil, daha çok hayal olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.
Sahip olduğumuz dünya, sadece bizim algılarımızda oluşur. Bu dünyayı bizim gördüğümüz gibi gören, bize ait algıları hissedip algılayan, bizim dünyamıza şahit olan hiç kimse yoktur. Gördüklerimiz, beynimizin de bir parçası değildir. Beyin de sahip olduğumuz bu hayali görüntüye aittir. Bizim algılarımız; bize seyrettirilen, bizim için var edilmiş bir dünyayı oluştururlar. Dışarıda gerçek, maddesel bir dünya vardır ama insan buna hiçbir zaman ulaşamamaktadır. Kuantum fiziğinin kaşiflerinden Erwin Shrödinger’in belirttiği gibi, “her kişinin dünya görüntüsü, kendi zihninin oluşturduğu kavramdır ve daima öyle kalacaktır. Bu dünya görüntüsünün, başka bir varlığa sahip olduğu hiçbir zaman kanıtlanamaz“.
Gözümüzün önünde zannettiğimiz bir nesneye, örneğin bir kitaba bakarak edindiğimiz deneyimi, onu sadece düşünerek de edinebilmemiz bu gerçeğin önemli delillerindendir. Beynin içinde, gerçekte var olmayan bir varlığın görüntüsünü elde etmekteyiz.
Washington Üniversitesi’nden psikolog Michael Posner ve nörolog Marcus Raichle, beynin bu olağanüstü mekanizması için şu sözleri söylemektedirler:
Gözlerinizi açın, bir manzara hiç çaba göstermeden sizin görüntünüzü doldurmaktadır; gözlerinizi kapatın ve o manzarayı düşünün. Bu şekilde o manzaranın bir görüntüsünü çağırabilirsiniz, kesinlikle sizin gözlerinizle gördüğünüz manzara kadar canlı, kesintisiz ya da eksiksiz değildir. Fakat hala manzaranın temel özelliklerine sahip olan niteliktedir. Her iki durumda da manzaranın bir görüntüsü zihinde oluşmaktadır.
Gerçek görsel deneyimlerle oluşan görüntü, hayal edilen bir görüntüden ayırt edilebilmesi bakımından “algı” olarak adlandırılmaktadır. Algı retinaya çarpan ve daha sonra beyinde işlemden geçirilecek olan sinyalleri gönderen ışığın ürünü olarak oluşmaktadır. Fakat bu sinyalleri göndermek için hiçbir ışık retinaya çarpmadığında bir görüntüyü nasıl oluşturabilmekteyiz?
Bir nesneyi, bu nesnenin aslı yokken zihnimizde var eden şey, aslının var olduğunu zannettiğimizde onu zihnimizde var eden mekanizma ile aynıdır. Dolayısıyla, dış dünya olarak gördüğümüz görüntülerin varlığı, yalnızca bir yanılsama, bir hayaldir. Gördüğümüz her şey, karşımızdaki renkli dünya, dostlarımız, çevremizdeki insanlar, hatta kendi bedenimiz bu hayalin bir parçasıdır. Tüm bunların kaynağı sandığımız şey, yani dış dünyanın aslı, bizler için daima bir bilinmez olarak kalacaktır.
Bu gölge dünya; çalıştığımız iş yerini, evimizi, çevremizdeki insanları, arabamızı, yediğimiz yemeği, seyrettiğimiz filmi, kısacası yaşantımızdaki her şeyi kapsar. Evimize girdiğimizde, gerçek evimizden içeri girdiğimize dair bir his duyarız. Oysa gerçek evimizin, ona tıpatıp benzeyen, hatta görüntü olduğuna dahi ihtimal vermediğimiz bir kopyasını zihnimizde izleriz. Evin içinde karşılaştığımız herkesin görüntüsünü yine zihnimizde seyrederiz. Bütün hayatımız, beynimizin içindeki küçük bir mekanda geçer.
Bu konu üzerinde araştırma yapan nörolog ve psikologların birçoğu, buraya kadarki sonuca rahatça ulaşırlar. Ama “algılayanın kim” olduğu sorusunun cevabını vermekten genellikle uzak dururlar. Beyinde küçük insanlar arar, tüm bunları algılayan bir maddesel varlığı bulmaya çalışırlar.
Bunu kitaplar, makaleler, konferanslar boyunca tartışır, konuyu çözememiş diğer bilim adamlarını örnek gösterir ve işin içinden çıkamadıklarını iddia ederler. Oysa tüm teknik ve bilimsel gerçeklerin açıkça gösterdiği sonuç, bütün bunları algılayan, gören ve hissedenin, insanın sahip olduğu ruh olduğudur. Bilim adamlarının beyinde aradıkları şey, yani “gören varlık” ruhtur. Bizim “dış dünya” olarak kabul ettiğimiz yaşama ait her şey, bu ruha izlettirilen görüntülerden ibarettir.
Bu gerçek, bazı bilim adamlarının yüceliğine inandıkları materyalizmi ortadan kaldırmaktadır. Her şeyin maddesel varlıklardan ibaret olduğunu iddia eden materyalistler için ruhun varlığı, kesin olarak kabul edilemezdir. İşte bu nedenle, “algılayanın kim” olduğu sorusu, materyalistler için daima cevapsız kalacaktır.
İnsana sahip olduğu ruhu veren Allah’tır. Bu ruha işittiren, izlettiren, hissettiren Allah’tır.
Mükemmel netlikte, kusursuz detaylı ve olağanüstü canlılıkta bir dünyayı bizler için yalnızca hayal olarak yaratan, ruha tüm bunları yaşıyormuş hissi veren, her şeyi yoktan var eden Yüce Allah’tır. Allah, ayetlerinde
bu gerçeği insanlara haber vermiştir:
İşte gaybı da, müşahede edilebileni de bilen, üstün ve güçlü olan, esirgeyen O’dur.
Ki O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır.
Sonra onun soyunu bir özden (sülale’den), basbayağı bir sudan yapmıştır.
Sonra onu ‘düzeltip bir biçime soktu‘ ve ona Ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti.
Ne az şükrediyorsunuz? (Secde Suresi, 69)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder