28 Şubat 2016 Pazar

HAŞMET BABAOĞLU' nun Şehir ve hastalıkları adlı köşe yazısı!



Kimi görsem, soğuk algınlığından, üzerindeki "kırıklık"tan yakınıyor. Ne yalan söyleyeyim, her seferinde içimden "emin misiniz?" diye geçiriyorum. "Aslında bir alınganlık, kırgınlık olmadığına emin misiniz?"Çünkü şehir hayatı, işler, güçler, sorumluluklar, koşturmacalar, yetişkin olmanın ağırlığı falan böyle ruhsal tutuklukları pek hoş karşılamıyor. Şöyle bir "kenara çekilme", azıcık "durma" arzusunu kendi kurduğumuz düzen elinin tersiyle itiyor.
O zaman hayal kırıklıklarının itirafı yerine kaslardaki kırıklık hissi geliyor!
İlginç olan da şu...
Daha bir ay önce hepimiz gripten yakınıyor, grip virüsünden köşe bucak kaçmaya çalışıyorduk.
Hastanelerin acil servisleri dolup taşıyordu.
Şimdi sıra soğuk algınlığına geldi.
Her şeyden önce, soğuk havanın varlığından alınganlığa!
***

Şehir hayatı dedim, soğuk algınlığı, grip dedim ya...
İngiliz romancı ve eleştirmen Geoff Dyer'ın yakınlarda okuduğum "Bir Hışımla" adlı kitabı geldi aklıma.
Edebiyat eşsiz bir şey.
Şehir hayatı üzerine tonla araştırma ve inceleme kitabının anlatmaya çalışıp da bir türlü aktaramadığı şeyleri edebiyatçı bir çırpıda dile getiriveriyor.
Londra'nın hastalıkları seven ve yayan havasını anlatırken şöyle diyor Dyer: "İnsanlar soğuk algınlığına yakalandıklarını söylerlerse bu turp gibi sağlam oldukları anlamına gelir. Onun yerine grip olduğumuzu söylüyoruz. Grip olduğumuzu söylemek şehir hayatının ortak şartına uymak gibi bir şey. Hepimiz her zaman gribiz."
Dyer bunları söyledikten hemen sonra sözünün hedefini tam on ikiden vuruyor. 
"Bir yıldan beri ne soğuk algınlığına yakalandım, ne de grip oldum. Burnumu bile çekmedim. Çünkü ne işim, ne eşim, ne çocuğum var. Bir işe girebilseydim, yılda en az dört kez grip olurdum." 
***

Şehirler...
Güzel yerler. Oyalıyorlar. Uyarıyorlar. Sarhoş ediyorlar.
Ama bulaştırıyorlar da...
Sadece grip mi? 
Huysuzluk, yalan, endişe bulaştırıyorlar. Kayıtsızlık mikrobunu zihinden zihine geçiriyor, korkuları çoğaltıyorlar.
Ruhsal çökkünlüğün (depresyon) bulaşıcı bir hastalık olmadığından emin olan var mı aranızda?

ALINTI!..

25 Şubat 2016 Perşembe

Zuckerberg'in listesinde Acemoğlu ve İbni Haldun var!..başlıklı yazı

2015'i "Kitap Yılı" ilan ederek her 15 günde bir kitap bitirme sözü veren Facebook'un kurucusu Zuckerberg, takipçilerine tavsiyelerde bulundu

Sosyal medya devi Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg, yoğun geçen seneye rağmen 26 kitaplık hedefinden 23'ünü tutturmayı başardı. 1 Aralık'ta ilk kız çocuğu dünyaya gelen Zuckerberg'in listesinde Türk ekonomist Daron Acemoğlu'nun, ABD'li siyaset bilimci ve ekonomist James A. Robinson'la birlikte yazdığı "Ulusların Düşüşü" adlı kitap da yer aldı.

'PERSPEKTİF KAZANDIRDI' 
ABD'nin eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'ın "Yeni Dünya"sı ve Matt Ridley'nin gen araştırmaları hakkında yazdığı "Genome"unun da bulunduğu listedeki en eski isim ise İbni Haldun oldu. Modern sosyolojinin ve iktisadın kurucularından kabul edilen İbni Haldun'un "Mukaddime" adlı eseri de Zuckerberg'in listesinde yer aldı. Zuckerbeg, Facebook'ta kurduğu sayfada da "Okumak bana bilimden dine, yoksulluktan refaha, sağlıktan enerjiye, siyasal felsefeden dış politikaya, tarihten fütüristik bilimkurguya birçok konuda geniş bir perspektif kazandırdı" mesajını paylaştı.

HAŞMET BABAOĞLU'nun " Ne yaptığını biliyor musun?" köşe yazısı...


HAŞMET BABAOĞLU'nun " Ne yaptığını biliyor musun?" köşe yazısı...

Tamam! Kendini bilme! O zaten senin için uzun, sarp, meşakkatli bir yol.
Hem "kendi" (nefs/benlik) konusunu nereden bakarak ele alacaksın, bilmem ki!
Çünkü aklın gidip gidip geliyor.
Günümüzün canı çarçabuk sıkılan insanısın; sabretsen, azmetsen ne güzel olur ama büyük ihtimal daha başta ilgin dağılacak, kafan bulanacak.
Bir süre o dergâhtan bu dergâha ezeli hikmet yolunda mesafe almaya çalışıyorsun, sonra bir bakıyorum ki "yaşam koçları"nı sıraya diziyorsun.
Bir gün "ah şu egolar, egolar!" diye yakınıyorsun (hem niye bu çoğul söyleyiş Allah aşkına! Biri kesmiyor da, onun bile fazlasını mı istiyorsun!) ertesi gün herkesi "kendini şımartmaya" çağırıyorsun falan...
Böyle ne çok şey var; dilinden hiç düşürmüyorsun ama bir an durup düşünmüyorsun. 
***

Ne dedim yazının başında... 
Kendini bilme! Buna da kabul! Şimdi devamını getireyim... 
Fakat ne halt ettiğini bil! Kendini tanımasan da olur, zaten işe güce teslimiyetin buna izin vermeyecek.
Ama hiç değilse, davranışlarının sonuçlarını tanı!
Yani ilişkide olduğun insanlara, hayata, dünyaya ne yaptığını bil! Nasıl kalp kırdığını, nasıl acı çektirdiğini, nasıl hak yediğini falan hani...
Sıkıntı orada!
Hem insan "nefs"ini izole edilmiş bir laboratuvar ortamında tanıyamaz.
Başkalarıyla ilişkilerini hak ve merhamet ölçülerine uydurmaya özen göstermeden insanın ""ini tanzim etmesi mümkün mü?
Davranışlarımıza "oldu bir kere!" deyip geçilecek şeyler olarak bakıyorsak, asla "ol"amayız! 
***

Neyin nesi bu yazı, diyeceksiniz şimdi...
Hepimizin nedense kendi iyiliğinden emin olduğu fakat birbirine karşı muazzam bir kayıtsızlık içinde boğulduğu modern hayatımıza dair bir hesaplaşma sayın!
Geçen gün bir şeyler okurken karşıma çıkan bir anekdotla yazımı noktalayayım...
60'lı yıllarda bir gün Cağaloğlu'ndaki Işıklar Kitabevi'nde Necip Fazıl'ın da bulunduğu bir grup sohbet ederken, üstat birden esip köpürmeye başlamış. Sonra da kitabevinin sahibi Abdullah Bey'e söylenerek kapıyı vurup gitmiş.
Ertesi gün İstanbul kar, tipi, göz gözü görmüyor.
Sabahın köründe Necip Fazıl kitabevinin kapısında bitmiş.
O Necip Fazıl ki, imanla kavrulan kalbine karşılık başkalarına temas eden ellerini hep snob eldivenler içinde sakladığı söylenirdi.
Abdullah Bey'e bakıp içini çekerek "ben seni dün çok üzdüm galiba" demiş. Çay içme teklifini de "hakkını helal et, ben sade bunun için gelmiştim" diye geri çevirip geldiği Erenköy'deki evine dönmek üzere yola koyulmuş.

21 Şubat 2016 Pazar

HINCAL ULUÇ’UN 21 Şubat 2016 günkü köşe yazısı; “Romantizmi yaşamayan kuşaklara..”

HINCAL ULUÇ’UN  21 Şubat 2016 günkü köşe yazısı;

“Romantizmi yaşamayan kuşaklara..”





Haşim "Melali anlamayan nesle aşina değiliz" demiş, 1900'lü yıllar başlarken.. Bugünkü kuşaklar "Melali anlamaz" gerçekten.. Sözlük anlamını bilmezler daha.. Nerde kaldı içerdiği duygusallık..
Şiirsel sözcüktür "Melal" ve aslında o taşır o müthiş dizede tüm anlamı.. "Hüzün" demektir.. Ama "Hüzün"de "Melal"in derinliği de yoktur, genişliği de..
Öylesi bir şair olsaydım, ben de bir satır içine o kadar derin anlamlar sığdırabilir "Romantizmi anlamayan bugünkü kuşakları tanıyamadığımı ifade edebilirdim ben de" diye düşündüm, haftanın başında, pazartesi gecesi İş Sanat'ta..
Nasıl güzel, nasıl muhteşem, nasıl duygusal ve de nasıl aşk dolu bir geceydi.. Ve de benim için özelde nasıl nostaljik..
İş Sanat'ın o harika, o ayda bir efsane yaratan Şiir Ekibi, her şubatta olduğu gibi bu defa da konu olarak Aşk'ı seçmişti.. 14 Şubat'ın ayında başka ne olabilirdi ki zaten..
Mehmet, Atila Birkiye Kardeşler ve Serdar Yalçın o gecelerin yaratıcı ekibi..
Deniz ve Hüseyin Likos Serdar'ın piyanosu eşliğinde en güzel aşk şarkıları ile süslerken geceyi, Tilbe Saran, Hümay Güldağ, Metin Belgin, Hakan Gerçek, pek çoğunu gençlik yıllarımda sevdiklerimin kulaklarına fısıldadığım dizeleri okudular, hem de ne okuma.. Yaşadılar her şiiri ve yaşattılar bana bir daha o günleri.. Gel de, nostaljik olma!.
O romantik günleri mi özledim, yoksa geri gelmeyecek gençliğimi mi, onu da tartışan çıkar ama, bende böyle bir soru yok.. Hala gencim çünkü.. Yaşadığın günü, dolu dolu yaşamayı sürdürüyorsan, yaşlanmazsın ki..
O günleri düşünürken, bugüne geldim, bugünün gençlerine aşina olup olmadığımı düşündüm, işte.. Onun için daha çarşamba günü sordum gençlere.. Sıcağı sıcağına
"En son ne zaman
fısıldadınız aşk dizelerini
birinin kulağına?.
Ya da fısıldadınız mı, hiç?.

Size sokulup biri
bir aşk şiirini en son ne zaman
söyledi, sözcükleri içinize akıtarak?
Ya da söyledi mi?."
dedim..
Bu satırları okuyorsanız gençler, bir an durun ve düşünün bu sorunun yanıtını..
Hiç fısıldamadıysanız, hiç fısıldanmadıysa size, bilin ki "Aşk"ı hiç yaşamadınız.. Sandınız sadece.. Belki de bin defa sandınız..
Abartıyor muyum.. O zaman okumaya devam edin lütfen..
O bitmesini istemediğim geceden sizin için dizeler seçtim.. O şiirsellik içindeki imajlara iyi bakın ve iyi düşünün?.
O müthiş sözcükleri bir yazan var.. Zaten şiirin başında yazılı.. Ama bir de yazdıran var, mutlaka.. Birisi yazdırmış onları ve de "Bir şey" yazdırmış..
O "Bir şey" işte, Aşk!. 
***

Gece, Nazım Hikmet'le açıldı, perde kapalıyken geriden duyulan Haşim'i saymazsak.
Bakın şimdi büyük Usta'ya..
"Akşam güneşiyle yüklü olan bir bulut var dağın üstünde.
Bugün de:
Sensiz, yani yarı yarıya dünyasız geçti bugün de."
 
"Akşam güneşiyle yüklü bulut" nasıl bir imajdır, anlatımdır..
..Ve de..
"Bu sarı sıcaklarda bir otel odasında seni düşünüp 
Yalnızlığımı soyunuyorum."
 
"Yalnızlığa soyunmak.." Vay ki vay?..
Hiç yalnızlığa soyundunuz mu?. Ya da böyle ifade etmek geldi mi içinizden..
"Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi 
Geceleyin ateşler içinde uyanarak
 
Ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi..",
 
Kırk yıl veriyorum size.. Kırk yıl.. "Ekmeği tuza batırıp yer, geceleri ateşler içinde ağzını musluğa dayayıp içer gibi" diye aşkı tarif etmeniz için..

***

Ahmet Hamdi Tanpınar, geldi sonra..
"Ne varsa hepsini boyun, saç, meme, 
Esirden dudaklar okşasın sevsin
 
Madem ki geceden daha güzelsin!"
 
Geceden daha güzel kadının boynunu, saçını memelerini okşayan dudaklar neye esir, dostlar?. Neye köle?.
"Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman 
Sessizlik dökülüyor bir yerde yaprak yaprak."
 
"Zamanın ceylan gibi bakması, sessizliğin yapraklar gibi dökülmesi" diye kompozisyon ödevi versem, yazabilir miydiniz?. Yazsanız kaç sayfada anlatırdınız acaba, bu iki satırlık imajı..

***

..ve Ahmet Muhip Dıranas!. 
"İçsem şu damlayan ay ışığını dallardan 
Ak sütü sanki memenin."
 
Dallardan damlayan ay ışığını içmek istiyor,
Sevgilinin ak sütüne benzettiği için.. Lezzete bakar mısınız?.
"Hiç kuşkum yok ki, sen şimdi kalbimde 
Bir kış uykusuna yatan böceksin;
 
Yalnız ateşimle ısınacak ve
 
Yalnız vücudumla besleneceksin.
 
Böylesine bir duygu yaşamak ve yazmak için ne kadar sevmesi gerekir bir insanın dostlar?.
"Geldim işte mevsim gibi kapına 
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ."
 
Ya bunu nasıl yazabilir bir insan, peki?.

***

Cahit Sıtkı Tarancı.. Benim en ölmezlerimden.. En erken ölenlerden olduğu halde..
"Gün, çingeneler gibi göçebeydi ufukta.."
Bugün çingeneler bile kendine "Çingene" demekten utanıyor, "Roman" lafının arkasına sığınıyor.. Oysa özgürlüğün, aşkın, coşkunun, müziğin, dansın insanları onlar.. Cahit Sıtkı, "Gün"ü onlara benzetiyor..
"Göğe sessizce yükselen ay, on dördündeydi; 
Gece akasya dalında asılı gölgeydi,
 
Bahtiyar başlarımız aynı penceredeydi!"
 
Kaç gece yaşadınız bugüne dek gençler.. Kaç geceyi, "Sevgili" dediğiniz kişiyle yaşadınız?. Peki bir geceyi hiç "Akasya dalına asılı gölge" gibi gördünüz mü?. Gösteren oldu mu? Hani nerde o zaman aşk?.
"Hala o penceredeyim, lakin sular ölgün; 
Sen yoksun ki, vefasız, sularda ay görünsün.
 
Gene ayni pencere.. Ama Sevgili yok bu defa.. O yüzden sularda ay bile görünmüyor..
Sevgili yoksa, manzara da yok mu, sizin için de?. Yoksa manzara hep var da, "Gerçek" sevgili mi yok?.
"Günlerden sonra bir gün, 
Şayet sesimi farkedemezsen,
 
Rüzgarların, nehirlerin, kuşların sesinden,
 
Bil ki ölmüşüm.

Ve neden sonra
 
Tekrar duyduğum gün sesimi gök kubbede,
 
Hatırla ki mahşer günüdür
 
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum."
 
Bu duyguyu biri yaşatmadı ise, böyle anlatmadıysanız aşkınızı, nasıl "Aşık" olabilirsiniz ki?. Birisi size bu satırları okumuyorsa, yazmaktan vaz geçtik, okumaya bile gerek duymuyorsa ve de siz aldırış etmiyorsanız, arkadaşlar, o zaman "Aşk yaşamıyorsunuz.. Aşk yapıyorsunuz.." Bir gecelik.. Tekrar eden on, yüz, bin gecelik olsa bile..
"Ama on sene oldu?."
On senedir aşk yapıyorsunuz, ne olacak!..

***

Bedri Rahmi Eyüboğlu "Karadutum, çatalkaram, çingenemdir" aşklarda..
Bir de şuna bakın..
"Seni düşünürken 
Bir çakıl taşı ısınır içimde"
 
Neresi o ısınan çakıltaşı, söylemem lazım mı?.

***

Oktay Rıfat'sız olur mu, hiç?
"İstanbul 
Mevsim sonu ihtiyarlıyor; o sarı
 
Kuş ötüyordu bir yerde, hiçbir yerde.
 
Ya da..
"Mutluluk bir çimendir bastığın yerde biter 
Yalnızlık gittiğin yolda gelir."
 
İstanbul'un mevsim sonu ihtiyarlaması.. Kuşun bir yerde, ya da hiçbir yerde ötmesi, bastığın yerde mutluluk çimenlerinin bitmesi ve de, ve de anlatımın, hüznün, melalin ifadesine bakın..
Yalnızlığın gittiğin yoldan gelmesi'ne bakın ne olur?..

***

Melih Cevdet Anday.. Ne severim onu da..
"Sevincin yarısı ağzımda 
Zambağa birikir sabahlar
 
Ovalar atlara binerdi"
 
Zambağa biriken sabahları, ovaların atlara binmesini düşünmeye çalışın bir..

***

..ve Behçet Necatigil.. Hani "Kelebeğin Rüyası"nda Yılmaz Erdoğan oynamıştı onu..
"Gizli bahçenizde 
Açan çiçekler vardı,
 
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
 
Yahut vakit olmadı."
 
Bir oku, bin gece düşün.. Neyi anlatmış usta?.. Ve de nasıl anlatmış..

***

..İlhan Berk ister misiniz?.
"Uzat ellerini, küçük sürgünüm 
Uzat bana
 
El eledir çünkü aşkla ölüm."
 
Aşkla ölümün el ele olmasını bir böyle anlatmak var, bir de sokak kedilerinin bile ağzına düşürmüş "Senin için ölürüm" demek, bol keseden..

***

Necati Cumalı'ya bakın..
"Adını yazıyorum, saçlarını çiziyorum 
Eğilip düşünüyorum boş kağıtlara
 
Sensin işte, yalnız sensin sevdiğim
 
Her haline ayrı bir şiir söylemeliyim."
 
Aşıka bir şiir yeter mi?. Her haline bir şiir yazmalı.. Yazdırmalı ama, sevgili de..

***

..ve kimbilir kaç şiirini kulaklara okuduğum Özdemir Asaf.. 
"Seni bulmaktan önce aramak isterim 
Seni sevmekten önce aramak isterim
 
Seni bir yaşam boyu bitirmek değil de,
 
Sana hep hep yeniden başlamak isterim."
 
Bulmadan önce aramayı istemek..
Yaşam boyu dahi olsa, bitirmeyi değil, hep yeniden başlamayı arzulamak eğer aşk değilse?.
"Bir şey kaldı, bir denizin kıyısında senden, 
Bakışlarla yüklü, söylemelerle sessiz..
Seninle dolu, seninle sensiz bir şey.."
 
"Seninle dolu, ama seninle sensiz" olmanın ne olduğunu anlatırdım size, filozof olsaydım.

***

Bir başka, gençlik can, pardon aşk kurtaranım Attila İlhan.. 
"Ne zaman yüreğime eğilip baksam 
Eski aşkımdan kalan kırıntıların
 
Parıldayıp söndüğünü görürüm."
 
Şu an ne yaptığımı sanıyorsunuz?.

***

Can Yücel olur da, küfür olmaz mı?.
"Sen miydin o, yalnızlığım mıydı yoksa 
Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
 
Dilimizde akşamdan kalma bir küfür."
 
***

Turgut Uyar'a bir kulak verin.. Bu kadar sadelik içinde bu kadar derin mi anlatılır aşk?.
"Özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir 
Özenle ne yapıyorsam bilirsin artık senindir."
 
Özenle yapıyorsam senindir tabii. Başka kime özenir ki insan, aşıksa eğer?.

***

Geldik Edip Cansever'e..
"Tam kendisi gibi mutluluğun 
Beni bekliyorsun
 
Ve onu bekliyorsun beni beklerken."
 
Hadi siz çıkın işin içinden, ben aciz kaldım..
"Yarısı yenmiş bir elmaydık bana sorarsan 
İkimizdik, iki kişi değildik"
 
İşte bir aşk tarifi daha.. İkiniz olabiliyorsanız, iki kişi olmadan.. Adam kuantum fiziği yazmış, aşkı anlatabilmek için..
"Karşılıklı otursak da ne zaman 
Masa örtüsünü ikiye bölen ellerimizdi"
 
Sevgili ile bir masanın üzerinde buluşan elleri böyle tarif etmek kolay gelir sizlere belki.. Ama yapmak zor.. Çünkü o ellerde artık akıllı telefonlar var, çifter çifter.. Biri işmiş, öteki özel!.

***


Aşk Şiiri dediğin kimle başlar bilmem ama, benim defterimde de Cemal Süreya ile biter..
"Şu senin dolayık sesin var ya
Dondurma yiyen gürbüz bir kız gibi müstehcen.."
Dondurma yiyen kız gibi müstehcen olmayı düşüne durun hele..
Ben,
"Sen çıkardın utancını duvara astın 
Ben aldım masanın üstüne koydum kuralları
 
Her şey işte böyle oldu önce.."
 
dizelerini yazarken. Her şey önce öyle başlamadı mı?. Biri utancını duvara asmasa, öteki kuralları masanın üstüne koymasa, başlar mıydı?.
"Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti 
Çünkü iki kişiydik."
 
Gökyüzünü ikiye bölecek gücü iki kişiye veren şey ne dostlar?.
Gökyüzünü ikiye bölen şey nedir?.



Alıntı!...

EMRE AKÖZ’ün 22 Şubat 2016 günkü köşe yazısı; “Umberto Eco: Allame-i cihan bir entelektüel”



EMRE AKÖZ’ün 22 Şubat 2016 günkü köşe yazısı;

“Umberto Eco: Allame-i cihan bir entelektüel”



Tarihçi, felsefeci, edebiyatçı, eleştirmen Umberto Eco, 84 yaşında hayata gözlerini yumdu. Sadece İtalya'nın değil, dünyanın en önemli düşünce insanlarından biriydi.
Hem Orta Çağ uzmanıydı, hem çok satan romanlar yazmış, hem de eleştirileriyle pop kültürü 'sökmüştü'.
Bizde daha çok Gülün Adı başlıklı uluslararası best-seller romanıyla tanınır. Kitaptan uyarlanan ve başrolünde Sean Connery'nin oynadığı film, televizyonlarda hala gösteriliyor.
Geniş akademik çalışmaları ve romanları hiç kuşkusuz önemlidir. Bense en çok, engin bilgi dağarcığını, keskin zekası ve ince espri anlayışıyla harmanladığı denemelerini severim.
Mesela "Kitabınızı Üzülerek İade Ediyoruz" başlıklı denemesinde, günümüz yayınevi raportörlerinin, tarihe damga vurmuş kitaplarla ilk kez karşılaştıklarında nasıl bir tepki vereceklerini anlatır.
İncil'i kutsal kitap olduğunu bilmeden okuyan raportör, yayıncıya şöyle bir değerlendirme gönderecektir:
"Bu metnin ilk birkaç yüz sayfasının gerçekten de soluk soluğa okuduğumu söylemeliyim. Olaylar yerli yerinde, günümüz okurunun iyi bir öyküden bekleyeceği her şey var. Seks, cinayet, savaş, kıyımlar ve benzeri şeyler.
(...) Ama okumayı sürdürdükçe, bunun gerçekte çeşitli yazarları içinde toplayan, birçok haddinden fazla şiirsel uzantıları, açıkça tiksindirici ve sıkıcı pasajları, anlamsız feryat ve figanı olan bir antoloji olduğunu fark ettim.
(...) Yalnızca ilk beş bölümün yayın haklarını almaya çalışmanızı öneririm. Oralarda pek sorun yok. Ayrıca daha iyi bir başlık bulunmalı kitaba. Örneğin, 'Kızıldeniz Haydutları' olabilir mi?"
Bu tarz denemeler, bir olaya veya metne başka bir açıdan yaklaşıldığında karşılaşılan sürprizleri gösterir.
Matbaanın icadından beri en çok satılmış kitap olan İncil, bir roman olarak ele alındığında, bazı bölümlerinin çok kötü yazıldığı ortaya çıkar.
Eco bu pastişlerden de hareketle üniversitede yeni bir ders açmıştır: "Batı'nın Antropolojisi". Antropolojik açıdan incelediklerinde, öteki kültürler Batılı yaşam tarzını nasıl görecektir? Afrikalı araştırmacılar, Batılıların 'köpek gezdirme' olayı karşısında şaşkınlıktan şaşkınlığa düşmüşlerdir mesela.
UMBERTO ECO'YA VEDA
Parlak ve hınzır bir zekâ
Hiçbir kesim Eco'nun dilinden kurtulamaz:
"Yeni zenginler avuç dolusu para kazansalar bile, balık bıçağının nasıl kullanılacağını bilmezler ya da Ferrari'lerinin arka camına oyuncak bir maymun asarlar ya da (...) konuşmanın içine 'management' gibi İngilizce sözcükler serpiştirirler. Bu yüzden de böylesi insanlar Guermantes Düşesinin davetine çağrılmazlar."
Şu satırlar bakalım size de tanıdık gelecek mi?
"En alt düzeydeki yöneticiler için bile başarının iki simgesi vardır: Yöneticilerin kullandığı tuvaletin anahtarına ve 'Bir not bırakmak ister miydiniz' diye soran bir sekretere sahip olmak."
Umberto Eco'nun parlak ve hınzır zekâsından feyz almak isteyenlere Somon Balığıyla Yolculuk, Günlük Yaşamdan Sanata, Anlatı Ormanında Altı Gezinti, Beş Ahlak Yazısı, Yanlış Okumalar gibi denemelerini tavsiye ederim. Şahane kitaplardır.
Az bulunan cinsten bir entelektüeldi. Toprağı bol olsun."

ALINTI!...

16 Şubat 2016 Salı

MEHMET BARLAS’ın 16 Şubat 2016 günkü köşe yazısı; Dini aidiyetler üzerinden siyasi spekülasyon yapmak!


MEHMET BARLAS’ın 16 Şubat 2016 günkü köşe yazısı;



Dini aidiyetler üzerinden siyasi spekülasyon yapmak!




Ne kadar saçma sapan konulara takıldığımızı sevgili Murat Bardakçı, CHP'li Selin Sayek'in ailesinin dini üzerindeki tartışmaları hatırlatarak pek güzel vurgulamıştı... Bu tartışmaları İngiliz "The Economist" dergisi, Sayek'in Hıristiyan olduğunu yazarak başlatmış... Türkiye'de birileri meselenin üzerine atlayınca da iş dallanıp budaklanmış ve Selin Hanım "Ailesinin bir kısmının Hıristiyan, bir kısmının da Müslüman" olduğunu açıklamak zorunda kalmış.

Tarihten örnekler
Keşke bu derginin yazarlarının vakitleri olsaydı ve Osmanlı padişahların annelerinin ve eşlerinin hangi dinden geldiklerini de inceleselerdi... Bazılarını hatırlatarak bu saçma sapan tartışmaya tarih boyutunda katkıda bulunalım mı? Mesela 1'inci Murat'ın annesi ve Orhan Gazi'nin eşi olan Nilüfer Hatun'a kadar inelim mi? Bu takdirde de Yarhisar Tekfuru Mihal'in kızı Holofira'nın Bilecik Tekfuru'nun oğluyla evlenirken, düğün günü Orhan Gazi tarafından kaçırılıp, Nilüfer Hatun oluşunun öyküsüne takılmaz mıyız?

Anneleri de eşleri de...
Fatih Sultan Mehmet'in annesi Mara Despina değil midir? Fatih'in hanım sultanları da Zağanoz Paşa'nın kızı Kornelya, Anna, Helen ve Tamara'dır. Fatih'in oğlu 2'nci Beyazıd'ın annesi Kornelya'dır. Eşlerinin isimleri Beti, Anita, Suzi, Liliana, Katherin, Nina, Martha ve Danilova'dır. Öldürttüğü kardeşi Cem Sultan'ın eşi de Trabzon Kralı Rum David Komnen'in kızı Anna'ydı... Yavuz Sultan Selim'in eşleri ise Polonyalı Helga (Havza Sultan) ve Sırp Aleksandra'ydı (Ayşe Sultan). Yavuz'un oğlu Kanuni Sultan Süleyman Polonyalı Helga'dan doğdu. Eşleri ise bir papazın kızı olan Roksalan (Hürrem Sultan) ve Sicilyalı Rozaline'di. (Gülfem Hatun).

Asıl isimleri
2'nci Mahmut'un eşi ve Abdülaziz'in annesi Pertevniyal Valide Sultan (1812-83) "Romen" asıllıydı. Asıl adı Besime'ydi... 4'üncü Mustafa'nın annesi ve 1'inci Abdülhamit'in eşi Ayşe Seniyeperver Valide Sultan "Bulgar" asıllıydı. Asıl adı Sonya'ydı... 3'üncü Mustafa'nın annesi ve 3'üncü Ahmet'in eşi Mihrimah Sultan "Fransız" asıllıydı. Asıl adı Janet'ti. 3'üncü Osman'ın ve 2'nci Mustafa'nın annesi Şehsuvar Valide Sultan "Sırp" asıllıydı. Asıl adı Mari'ydi.

Rumlar, Venedikliler
Daha yakın tarihe gelelim... 2'nci Abdülhamit'in annesi Tirimüjgan Kadınefendi (1819-53) Trabzon'da esir pazarından alınan, Çerkeslerin "Şapsığı" kabilesinden dansçı bir kızdı. 1'inci Mahmut'un annesi ve 2'nci Mustafa'nın eşi Saliha Valide Sultan "Rum" asıllıydı. Asıl adı Aleksandra'ydı. Hem 2'nci Mustafa'nın, hem de 3'üncü Ahmet'in anneleri ve 4'üncü Mehmet'in eşi olan Emetullah Rabia Gülnuş Valide Sultan, Girit'te yaşayan "Venedikli" bir ailenin kızıydı. Babasının adı Retimo Verzizi'ydi ve asıl adı da Evemia'ydı.

Kösem mi, Anastasya mı?
4'üncü Mehmet'in annesi ve 1'inci İbrahim'in eşi Turhan Hatice Valide Sultan, "Ruten" (Ukrayna'da yaşayan bir Doğu Slav etnik grubu) asıllıydı. 12 yaşındayken Kırım Tatarları tarafından esir alınmış ve İstanbul'a getirilip Saray'a hediye edilmişti. Asıl adı Nadya'ydı. Hem 4'üncü Murat'ın hem de 1'inci İbrahim'in anneleri ve 1'inci Ahmet'in eşi olan Kösem (Mahpeyker) Sultan "Bosna" doğumluydu. Asıl adı Anastasya'ydı.

"Bir güruh var"
Bu yazıyı Bardakçı'nın şu cümleleri ile noktalıyorum... "Türkiye'de 'üstad' geçinmek ve menfaat elde etmek maksadıyla senelerden bu yana onunbunun diniyle, inancıyla ve etnik kimliği ile uğraşmayı âdet edinmiş, gayrımüslimi durmadan karalamış, gayrımüslimlikle alâkası olmayanlar hakkında da ortaya yalan- yanlış iddialar atmış bir güruh var!"

11 Şubat 2016 Perşembe

Yaşar süngü'nün köşe yazsıs(Yeni nesil alışkanlıklarımız)

Yeni nesil alışkanlıklarımız

04:00 Şubat 10, 2016
Vapurda seyahat ederken yanına oturduğum yaşlı amca anlatıyor yanındakine; “Haftada bir oğlanla kız arıyor telefonla; 'baba nasılsın iyi misin, annem nasıl' sorularından sonra bir iki dakika havadan sudan laflar, ondan sonra, 'aman iyi olun, sağlığınıza dikkat edin' nasihatleri ki en çok gücüme giden de bu nasihatler.

Sanki 'Sakın hastalanıp bana yük olmaya kalkmayın' der gibi geliyor.
Ondan sonra 'kendinize iyi bakın, babacağım, anneciğim by by'.

Bu kadar. Sonra yine hanımla başbaşa. O bana bakıyor ben ona.

Bazen televizyonla oyalanıyoruz, bazen birbirimizle çekişiyoruz can sıkıntısından. Çocuklar bizi resmiyete ve yalnızlığa alıştırdılar.”.

Evet, nelere alışmadık, nelere alıştırmadık ki kendimizi.

Yaşlılarımızı evlerde yalnız bırakmaya alıştık, bakamadık huzur evlerine vermeye alıştık.

*

Ali'nin külahını veliye, velininkini de Ali'ye giydirmeye alıştık.

Komşuları, akrabaları, dostları bıraktığımızdan beri bankalara alıştık.

Kitap okumayı bıraktık, televizyona alıştık.

Yerli dizilerle lüküs hayata alıştık.

Her yeni cep telefonu modeli uğruna
taksite alıştık.


Reklamlarla, çok harcamaya alıştık.

Borçla yaşamaya, borçludan kaçmaya alıştık.

Kredi kartlarına alıştık.

Az çalışıp çok harcamaya alıştık.

İğne ucu kadar küçük menfaatlere bile boyun eğmeye alıştık.

*

Aylan bebeğe biraz ağladık sonra sığınmacıların grup grup Ege Denizi'nde ölmelerine alıştık.

El açıp para isteyen sokaktaki dilenci, mülteci ve ihtiyaç sahibinin yanından para vermeden geçmeye alıştık.

Suriye'de Rus bombardımanından kaçan çoluk çocuk, genç yaşlı binlerce Halepli Türkiye sınırına doğru kaçarken dünyanın seyirci kalmasına da alıştık.

İslam dünyasının neyse o, paramparça olmasına alıştık.

*

İlkokul önlerinde sigaraya alıştık.

Sonra kapalı yerlerde sigarasızlığa alıştık.

Sonra açık alanda yolda yürürken sigara içmeye alıştık.

Sonra ağzında cigara ile caddede yürüyen açık, kapalı kadınlara alıştık.

Havadan sudan, soğuktan, cinnetten, terörden, trafikten ölümlere alıştık.

*

Paramız olduğunda marketlerden, paramız olmadığında, kartımızın limiti de dolduğunda bakkaldan alışveriş yapmaya alıştık.

Kendi memleketimizdeki ekonomik gidişata bakmadan önce ABD Merkez Bankası FED kararlarını takip etmeye alıştık.

Borsayı, dövizi, altını ve faizi günlük izlemeye alıştık.

*

Parasız nasıl yaşanacağını öğrenmeden, paralı yaşamaya alıştık, çocuklarımızı da alıştırdık

Yokluğu görmeden varlığa alıştık.

Aza değil çoğa alıştık.

Özgürlüğü öğrenemeden, ihtiyaçlarımızın kölesi olmaya alıştık.

Zorluk oluyor diye internetten para havale ederek kurban kesmeye alıştık

*

Yemekleri dökmeye alıştık.

Tabakları yarım bırakmaya alıştık.

Evde sağlıklı, kaliteli ve ucuz yemek varken, dışarıda pahalı yemek yemeye alıştık.

En çok da kul hakkı yemeye alıştık.

*

Bir zamanlar konuşmadan anlaşıyorduk; beden diliyle.

Şimdi konuşarak anlaşamıyoruz.

Kendimizi aklamaya, başkalarını karalamaya alıştık.

Kalabalıklar içinde yalnız yaşamaya bile alıştık.

*

Facebook'ta ölen dedesinin fotoğrafını koyup altına şöyle yazmışdijital kuşağın temsilcilerinden biri:

Son resmini çekmek bana nasip oldu. Canımız dedemiz, Hakkin rahmetine kavuştu. Mekanın cennet olsun canım dedem. İyi ki bizim dedemiz olmuşsun.

Dedesinin son resmini kaç kişi 'beğen'di bilmiyorum!

İnternet sayesinde böyle saçmalıklara da alıştık.

*

Hatırlı, zengin, mevki sahibi menfaat potansiyeli yüksek dostlarımıza,“Bir emrin var mı, olursa hiç çekinme” demeye alıştık.

Fakir, gariban yoksul çevremizden bir şey ister korkusuyla kaçmaya alıştık.

Patron isek maaştan, çalışan isek zamandan, tüccar ve esnaf isek maldan çalmaya alıştık.

En çok da yalana alıştık.

Alışkanlıklarımızın esiri olduk.

Salsalar menfaat telleriyle çevrili kafesten bizi, 'Haydi özgürsün, git' deseler; gitmeyiz.

Esarete alıştık.