6 Ekim 2015 Salı

Yoksulluk ve Açlık...

"Yoksulluk ve Açlık


Günümüzde insanlığın karşı karşıya bulunduğu en büyük tehlikelerden biri yoksulluk ve buna bağlı olarak gelişen açlıktır. Başta Afrika olmak üzere çeşitli dünya ülkelerinde yoksulluğun gittikçe arttığı, açlığın daha büyük kitlelere yayıldığı gözlenmektedir. Dünyada 840 milyon insan hiç geliri olmadığından açlık çekiyor. 3 milyar civarında insan günde 2 doların altında bir gelirle yaşamaya çalışıyor. Her yıl 10 milyon çocuk açlık sebebiyle oluşan, fakat kolaylıkla önlenebilecek hastalıklar sebebiyle hayata veda ediyor. Bu konularda açıklama yapan uzmanların hemen hepsi problemin kaynağını dünya nüfusunun fazlalığı ve kaynakların yetersizliği olarak gösteriyor. Peki, bunların sebebi gerçekten dünya üzerindeki nüfusun çokluğu ve bunları besleyecek kaynakların yetersizliği midir? 

Nüfus ile kaynaklar arasında dengesizlik öne sürenler kaynakların aritmetik, nüfusun ise geometrik arttığını, dolayısıyla kaynakların bu nüfusa yetmeyeceğini savunmaktadırlar. Bu iddiaya göre nüfus her 25 yılda iki katına çıkacaktır. Eğer böyle olsaydı 1800’lerin başında tahminen 900 milyon olan dünya nüfusunun 2000’lerin başında 230 milyara ulaşması gerekiyordu. Hâlbuki tarihî gerçekler bu tahminlerin bir yanılgı olduğunu göstermiştir. Zaten Allah (celle celâlühü) nüfusun aşırı artışının önüne birtakım tabiî ve sosyal engeller koymuştur. Ayrıca tarımda teknoloji kullanımında eskiye nazaran sayı ve nitelik bakımlarından bir gelişme olduğu ve teknolojinin gelişmesiyle kaynak üretiminin aritmetik değil, geometrik olarak arttığı da ortadadır. Bunun ötesinde dünyanın bugün ekilebilir verimli topraklarından ancak 1,4 milyar hektar arazinin kullanılmakta olduğu, kalan 1,79 milyar hektarlık arazinin el değmemiş olarak durduğu, bu verimli toprakların değerlendirilmesiyle dünyanın 30 milyar insanı daha besleyecek durumda olduğu da söylenmektedir (Sabri Akdeniz, Çağımızda Nüfusun Önemi, s.24–25). Bu veriler, yaşanan yoksulluk ve açlığın, nüfus fazlalığı ve kaynak yetersizliğinden kaynaklanmadığını açıkça ortaya koyuyor. O hâlde dünya üzerinde yaşanan yoksulluk ve açlığın sebebi nedir?

Bize göre yoksulluk ve açlık, iddia edildiği gibi kaynak yetersizliği ve nüfus çokluğundan değil, tembellik ve rahata düşkünlükten, haksız kazanca meyletmekten, kanaatsizlik ve israftan, yardımlaşma duygusunun eksikliğinden ve yöneticilerin suiistimalinden kaynaklanmaktadır. Bütün bunlar dengesiz bir ekonomik dağılım meydana getirmekte, servetin belli ellerde toplanmasına sebep olmakta ve böylece ortaya bir sömürge düzeni çıkarmaktadır. Nitekim dünya nüfusunun yüzde 20’lik kesimi en yüksek gelir düzeyine sahip bulunmaktadır ki bunların dünyadaki gayrı safi hâsılanın yüzde 86’sına sahip oldukları, en aşağıdaki yüzde 20’lik kesimin ise hâsılattan sadece yüzde 1’lik pay aldıkları söylenmektedir. Bu dengesiz dağılım dünya üzerinde sun’î bir kıtlık oluşturmaktadır. Görüldüğü üzere kaynakların yetersizliği değil, insanların ve devletlerin suiistimalleri söz konusudur.
Aslında dünyada bulunan kaynaklar insanoğlunun başlangıcından kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa yetecek miktarda yaratılarak dünyamıza konmuştur. Ayrıca “Yeryüzünde hareket eden her canlının rızkı Allah’a aittir” (Hud Sûresi, 11/6) âyetiyle rızıkların garanti altına alındığı bildirilmiştir. Dünyamızda sadece insanın değil, diğer canlıların da beslenmesine yetecek miktarda kaynak olduğu bir gerçektir. Ancak bir kısım insanlar, doymak bilmez nefisleri ve suiistimalleriyle tüketemeyecekleri miktardaki kaynakları yığmakla meşgul oluyor, bazı güçlü devletler de zayıf devletlerin kaynaklarını sömürüyor. Bu sebeple müthiş bir gelir dengesizliği meydana geliyor, yoksulların sayısı gittikçe artıyor ve dünyada açlık krizleri yaşanıyor. Peki, bunların önüne geçmek mümkün müdür?

Şurası açıktır ki yoksulluğun nihayete erdirilmesi, tamamen bitirilmesi mümkün değildir. Zîrâ yoksulluk, istihdamın sağlanmasına ve ekonomi çarkının döndürülmesine vesiledir. Ancak yoksulluk seviyesinin azaltılması ve açlığın bitirilmesi mümkündür. Bu hususta İslâm’ın katkısının büyük olduğuna inanıyoruz. Bu problemin önüne geçebilme, İslâm’ın hükümlerini hayata hâkim kılmakla mümkün olabilecektir. Biz burada İslâmî perspektiften yoksulluk ve açlık hâdisesine bakmaya ve İslâm’ın bu problemler için vaz ettiği tedbirlerin neler olduğuna dikkat çekmeye çalışacağız. Yoksulluk ve açlık karşısında İslâm’ın öngördüğü tedbirleri, fertten topluma, toplumdan devlete doğru giden bir süreç olarak inceleyecek ve yukarıda topluca zikrettiğimiz problemleri ayrı başlıklar hâlinde vererek bu konuda İslâm’ın ortaya koyduğu çareleri dile getireceğiz.

1-Tembellik ve Rahata Düşkünlük
Yoksulluğun ve açlığın sebeplerinden biri, şüphesiz ki tembellik edip çalışmamaktır. Buna yeterince ve verimli biçimde çalışmamayı da ekleyebiliriz. Bazı insanlarda, rahatlık ve tembelliğe karşı bir meyil vardır, çalışma zahmetine katlanmak istemezler. Hazıra konmak ve başkasının sırtından geçinmek onlara cazip gelir. Bu meyil, insanın önüne, fakirliğe giden yolun kapısını açar. Bunun çaresi, çalışıp çabalamaktır. Bediüzzaman Hazretleri de tembelliğin sebeplerinden biri olarak umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan rahata meyletmeyi gösteriyor ve “İnsan için çalışmaktan başka yol yoktur” (Necm Sûresi, 53/39) âyetiyle çalışmaya teşvik ediyor (Münazarat).

İnsan hayatı için gerekli olan her şey Allah tarafından yaratılarak dünyamıza konulmuş, onun istifadesine sunulmuştur; ama hayat için gerekli şeyleri bulup çıkarmak, üretip kullanmak insana bırakılmıştır. Aksi takdirde hayatta kalması söz konusu değildir. Ayrıca insan, hem kendine, hem de yakınlarına karşı görev ve sorumlulukları olan bir varlıktır. Bedeni insana Allah tarafından emanet olarak verilmiş ve koruması istenmiştir. Aynı zamanda aile efradı da ona emanet olarak tevdi edilmiştir. Bu emanetleri korumak, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin hayatını devam ettirmek maksadıyla çalışıp çabalamak, dinen ona yüklenmiş en temel görevlerdendir. İslâm nazarında hiç kimse bu emanetlerde dilediği gibi tasarrufta bulunma veya onları yok etme hakkına sahip olmadığı gibi görevini ihmal ederek yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakma hakkına da sahip değildir. Bu zaviyeden yoksulluk ve açlık çeken insanların bundan kurtulmak için atacakları ilk adım, yapacakları ilk görev, geçimliklerini temin için sebeplere başvurmak, çalışıp çabalamaktır. İslâm, yoksulluk ve açlığı gidermenin ilk adımı olarak çalışıp kazanmanın bir zorunluluk olduğunu öğretmenin ötesinde, “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir rızık yememiştir.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, İcare 15) hadîsiyle, emek sarf etmenin bıktırıcı bir yük değil, şeref ve haysiyet vesilesi olduğunu da öğretir. Hattâ bu yolda insanın katlandığı zahmeti, “Helâl rızık temini için çalışma Allah yolunda cihad etmek gibidir” (Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 4/6) hadîs-i şerîfi en sevaplı işlerden biri olarak telkin eder. 

2-Haksız Kazanca Meyil
Dünyada iktisadî dengesizlik meydana getiren, yoksulluğu ve açlığı netice veren en önemli sebeplerden biri şüphesiz ki haksız kazanç arzusudur. İnsanların bir kısmı, çalışana hak ettiğini vermeme, hırsızlık, gasp, dolandırıcılık, tekelcilik ve stokçuluk gibi gayrimeşru yollarla kazanç elde etmeyi, başkalarının sırtından geçinmeyi mârifet sayar. Ancak bu yollarla elde edilen haksız kazanç, başkalarının fakirleşmesine ve açlığın artmasına sebep olur. Nitekim zaman zaman bazı gıda maddelerinde meydana gelen aşırı fiyat artışlarında temel sebebin kıtlık değil, stoklar, tekelcilik ve karaborsacılık olduğu bilinen bir gerçektir. 

İslâmiyet insanın çalıştığı kadar kazanmasını ve hak ettiğini almasını mühim bir esas olarak vaz edip çalışana hakkını vermeme, hırsızlık, gasp, dolandırıcılık gibi birtakım gayr-ı meşru yollarla kazanç elde etmeyi haram saymakla gelir dengesizliğine yol açan bu ikinci sebebin tedbirini de almıştır. Yine bu çerçevede tekelcilik ve stokçuluk yaparak fiyatları yükseltme veya piyasaya arzı azaltmak gayesiyle üretilen malların bir kısmını imha ederek kalanları yüksek fiyattan satma eğilimleri de yasaklanmıştır. Neticede bu yöntemler bir taraftan dar gelirli insanların, ihtiyaçlarını giderebilecekleri maddeleri temin etmesine engel olurken diğer taraftan yoksulluğun artmasına sebep olurlar, bu yüzden haramdırlar. Fertler için hüküm böyle olduğu gibi toplumlar ve devletler için de böyledir. Milletlerin başka milletler, devletlerin de başka devletler sırtından haksız kazanç sağlamaları caiz olmaz. Kısacası İslâm’a göre ne insan, hakkı ve emeği karşılığı olmaksızın bir şeyi kazanç olarak kendine mal edebilir; ne de devlet, bir başka devlete tasallut ederek orayı sömürgeleştirebilir. 

3-Tüketimde Kanaatsizlik ve İsraf 
Yoksulluk ve açlığı doğuran sebeplerden en önemlisi de, tüketimde kanaat duygusunun yitirilmesi, iktisatlı yaşamanın unutulması ve kaynakların sorumsuzca israf edilmesidir. Maalesef modern dünyada görenek belâsı ve gösteriş sevdasıyla, gerçekte ihtiyaç olmayan şeyler bile ihtiyaçlar kategorisine girmiştir. Eskiden ihtiyaç sayılmayan şeyler, günümüzde ihtiyaç olarak addedilmektedir. İnsanlar kanaatkârlık duygularını yitirip, az ile yetinmeyi zillet sayar hâle gelmişlerdir. Bunun üzerine bir de lükse düşkünlük ve eğlence çılgınlığı eklenince insanın önüne müthiş bir israf kapısı açılmıştır. Bazı araştırmalar, her bulduğu metaı görgüsüzce sarf eden modern çağın insanının, yirminci yüzyılın son çeyreğinde ekonomik kaynakların üçte birini tükettiğini ortaya koymaktadır. Türkiye ölçeğinde ve sadece ekmek odaklı düşündüğümüzde bile karşımıza korkunç miktarda bir israfın çıktığını görüyoruz. 2005 yılında Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi’nin hazırladığı “Sağlıklı Beslenme ve Gıda İsrafı” adlı raporda belirtildiğine göre Türkiye’de günde 120 milyon ekmek üretilmekte ve bunun yaklaşık yüzde onuna tekabül eden 12 milyon ekmek ise çöpe gitmektedir. Bu da yıllık 700 milyon dolarlık bir ekonomik kayıp demektir. Bütün dünya ülkelerinin ekmek israfı, lüks lokantaların yemek israfı, enerji, yakıt ve su israfı gibi hususlar ayrı ayrı incelendiğinde karşımıza dehşet verici bir ekonomik kaybın çıkması sürpriz olmayacaktır.

Şüphesiz ki dünyada Allah’ın bize lütfettiği kaynakları ölçülü ve dengeli biçimde kullanmak, mümkün olan en uzun sürede onlardan faydalanmamız sonucunu doğuracaktır. İslâm kanaatkârlık duygusu aşılayarak, iktisatlı yaşamayı telkin ederek, israfı haram kılarak (En’âm Sûresi, 6/141; A’râf Sûresi, 7/31), savurganlığı da şeytana kardeş olmakla eşdeğer sayarak (İsrâ Sûresi, 17/36-37) bu üçüncü sebebin de tedbirini almıştır. Bu prensipler vicdanlarda derin bir tesir meydana getirdiği için müminler kaynak israfı yapmamayı bir hayat düsturu olarak benimseyeceklerdir.

Aslında ulaşım ve iletişim vasıtalarının seri hâle geldiği günümüzde hem ülkelerde sivil toplumun organize edilmesiyle hem de uluslararası bir organizasyonla, israf edilen ekmek ve lokantalarda çöpe dökülen fazla yemekler açlık çeken insanlara ulaştırılarak dünyadaki açlığın önüne geçilebilir. Günlük olarak toplanan ihtiyaç fazlası ekmek ve yemekler yine günlük dağıtımlarla ihtiyaç sahiplerine ulaştırılabilir. Yeter ki bunu kendisine iş edinen insanlar bulunsun ve organizasyonlar kurulsun. Günümüzde bunu düşünüp hayata geçirmeyi gaye edinen duyarlı insanlar da yok değildir. Meselâ Tarsus’ta bulunan Özel Burç Çukurova Anadolu Lisesi’nden iki öğrenci “Turizm Otelleri ve Restoranlarda Artan Yemekler Üzerine Bir Çalışma” başlığı ile bir proje hazırlamış ve yemek servisi kapandıktan sonra kalan yemekleri otellerden turizm acentelerine ait araçlarla alarak gece boyunca fakirlere dağıtmayı ve böylece bölgelerinde yaşanan israfın önüne geçmeyi hedeflemişlerdir. (İlgili projeye http://www.inepo.com/onaylanan_ogrenci_form.asp?id=37 adresinden erişim sağlanabilir). Bu gibi faaliyetlerin çoğalması ve yaygınlaşmasının yoksulluğun azaltılması ve açlığın giderilmesi yönünde çok büyük katkı sağlayacağı izahtan vârestedir.

4-Yardımlaşma Duygusunun Kaybolması
Yoksulluk ve açlığın sebeplerinden biri de yardımlaşma duygusunun yokluğudur. Kapitalist bir mantıkla yetişen modern çağın insanı karşılıksız olarak başkalarına bir şeyler vermeyi aptallık sayıyor, “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölsün, bana ne?” anlayışı ile hareket ediyor. Batılı hayat tarzına adapte olmuş kimseler, evinde beslediği kediye, köpeğe verdiği değer kadar açlık çeken insana değer vermiyor, ekonomik kaynakları hep kendi lehlerine kullanıyorlar. Bunun nasıl bir sosyal tehlike oluşturduğunu Hıristiyan dünya yeni fark etmiş olacak ki, son zamanlarda Vatikan, başkalarının yoksulluğunu artıracak kadar aşırı zenginleşmeyi, yeni ihdas ettiği yedi büyük günah arasında zikretti. Hâlbuki İslâmiyet, zenginleşmeyi günah saymak yerine yardımlaşmayı emrederek bu problemin önüne geçmiştir. İçtimaî hayatı canlı tutan en önemli dinamiklerden biri şüphesiz ki yardımlaşma ilkesidir. İslâm’ın infak ilkesi, yoksulluğu azaltıcı, açlığı giderici bir etkiye sahiptir. Bunun dışında muhtaçlara karşı bigâne kalmak, onların ihtiyaçlarını görmezden gelmek, kendi içinde gizli bir tehlikeyi de barındırmaktadır. Çünkü “Sen çalış, ben yiyeyim” ve “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölsün, bana ne?” anlayışı, sonuç itibariyle bütün içtimaî kargaşaların madeni ve kötü ahlâkın menbaıdır. Nitekim bazı ülkelerde sosyal patlamalar meydana gelmekte, temel gıda ihtiyaçlarını karşılayamayan halkın isyan ederek her şeyi yağmaladığı görülmektedir. 

İslâm; infak, zekât, sadaka gibi bağışın her türüyle fakir kimselerin de maddî bakımdan güçlenmesini, böylelikle toplumsal refahın artmasını hedeflemiştir. Bu noktada Kur’ân-ı Kerîm’in, zenginin malında fakirin hakkı olduğunu bildirmesi (Zâriyat Sûresi, 51/19) ile zekât ve benzeri sadakaların sarf edileceği yerleri anlatırken ilk iki sıraya yoksulları (fukara) ve açlık çekenleri (mesâkîn) koyması dikkat çekicidir (Tevbe Sûresi, 9/60). Bu konudaki emir ve teşviklerle zenginlerin ellerinde biriken mal ve paralar fakir kimselere aktarılarak onların ihtiyaçlarına sarf etmesi sağlanır. Böylece ekonomik hayata da canlılık getirilmiş olur. Ayrıca Kur’ân’ın savaşlarda elde edilen ganimetlerden Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) muhtaç Müslümanlara bölüştürdüğü payların, onlar tarafından tereddütsüz alınması gerektiğini bildiren âyeti (Haşr Sûresi, 59/7) ganimetlerin fakirler arasında bölüştürülmesinin sebebini, malların zenginler arasında dönüp duran bir servet (dûlet) hâline gelmemesi şeklinde açıklıyor. Açıktır ki bir kısım fertlerin zenginliği, iktisadî faaliyetler yönünden durağan bir yapıya sahiptir. Çünkü onlar tüketimde belli bir doyuma ulaşır, sonra para sarfı azalır. Bu durağanlık, üretim-tüketim dengesini bozar, piyasadaki hareketliliği azaltır. Zenginler zekât ve sadakalarıyla ekonomik gücü yeterli olmayan başka fertlerin de üretim-tüketim faaliyetlerine katkılarını sağlayarak ekonomik hayata canlılık getirmiş, infaklarla ellerindeki âtıl kaynakları piyasaya sokarak piyasanın hareketliliğini artırmış olurlar.

5-Yöneticilerdeki Umursamazlık ve Suiistimal
Yoksulluk ve açlığı doğuran sebeplerden biri de devlet yöneticilerinin umursamazlığı ve problemi görmezden gelmeleridir. Böyle olunca da problemi çözmeye yönelik icraatlar yapmıyor ya da kaynakları yanlış yerlerde kullanıyorlar. Nitekim 2003 yılında dünyada açlığın önlenmesi için harcanan paranın toplamı 80 milyar dolar iken aynı dönem içerisinde ülkelerin savunma harcamalarının toplamı ise 850 milyar dolardır. Bu tablo bizlere gösteriyor ki dünyada yaşanan yoksulluk, açlık ve sefaletin sebebi kaynak yetersizliği değil, tam aksine suiistimaldir. 

İslâmiyet devlet yönetmeyi, avantajları kendi adına kullanmak değil, idareciler üzerine bir sorumluluk olarak yüklemekle yoksulluk ve açlığa açılan kapılardan birini daha kapatmış oluyor. İslâm’a göre devleti idare edenler, “Velisi olmayanın velisi sultandır.” (Ebu Davud, Nikâh 19) hadîs-i şerîfi gereğince, idaresi altındaki çalışıp kazanmaktan âciz olanların geçimlerini temin etmekten sorumludurlar. Ancak bu noktada yöneticilere çok fazla bir yük düşmediği de bir gerçektir. Zîrâ Allah çalışıp kazanmaktan, arayıp bulmaktan âciz olanların geçimlerini öncelikle yakınlarına, yakınları yoksa devlete bağlamıştır. Allah, anne karnındaki yavrunun rızkını biyolojik olarak anneye bağlamıştır. Emzirme devresindeki çocuklarla çalışıp kazanamayacak kadar küçük çocukların rızıkları fıtrî bir meyille anne-babaya bağlanmıştır. Yaşlılık ve hastalık sebebiyle âciz olanların rızıkları da yine fıtrî bir meyille evlâtlarına ve yakınlarına bağlanmıştır. Eğer anne-babalar küçük çocuklarına, evlâtlar yaşlı anne ve babalarına ve yakın akrabalar küçük, yaşlı veya hasta akrabalarına fıtrî bir meyille bakmıyorlarsa o zaman dinî bir vecibe olarak bu görevi yerine getirmek zorundadırlar. (bkz. Mevsılî, el-İhtiyâr, IV/10-13. Konuyla ilgili daha geniş bilgi için fıkıh kitaplarının Nafaka bölümlerine bakılabilir). Eğer çalışıp kazanmaktan âciz olanların, kendilerine bakacak yakın akrabaları yoksa o zaman onlara devlet bakmak zorundadır. Bu, vatandaşın hakkı; devletin de vazifesidir. İslâm hukukunun âmir hükmü budur. Bu kimselerin Müslüman olması şart değildir. Âciz olan bütün vatandaşlar, bu haktan yararlanırlar. 

Sonuç
Netice olarak çağımızda yaşanan yoksulluk ve açlığın sebebi kaynak kıtlığı ile dünya nüfusunun fazlalığı değildir. Bunun sebebini insanların zihniyet ve davranışlarında aramak gerekir. Bugün dünyada yaşanan yoksulluk ve açlık, ihtiyaç olmayan şeylerin ihtiyaç hâline getirilmesinden, kanaatkârlığın ölmesinden, insanların lükse düşkünlüğünden, yaptıkları israfın farkında olmamalarından, yardımlaşma duygusunun yitirilmesinden, devlet yönetenlerin halka yeterince önem vermemesinden, ellerindeki kaynakları kötü plânlayıp kötüye kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Kaynak kullanımında suiistimal olmasa dünyanın kaynakları herkese yetecek vaziyettedir. İslâm’ın bu konuda aldığı tedbirler uygulandığında da dünya üzerinde yoksulluk ve açlıkla ilgili hiçbir sıkıntı kalmayacaktır. Nitekim Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz’in iki buçuk yıllık hilafeti döneminde İslâm topraklarında bu problem halledilmiş ve hatta zekât verecek fakir bulunamamıştır. Bunun sebebi bu düsturları hayata hâkim kılmaktır. "

Alıntı..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder