6 Ekim 2015 Salı

Fakirliğin Çözüm Yolları..

"Fakirliğin Çözüm Yolları


Allah'a karşı iftikar tamamlanınca, mutlak gınâya ulaşılır; gınâya ulaşılınca da, insan ruhu başka bir şeye ihtiyaç hissetmez.
İnsanlığın yaratılışından beri, herhangi bir toplumda, bütün insanların maddî açıdan eşit seviyede oldukları görülmemiştir. Öteden beri toplumlarda günlük ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak derecede fakirler bulunduğu gibi, orta seviyeli olanlar ve zenginler de var olmuştur. İnsanlardaki bu iktisâdî farklılık, insanların sa'y u gayretlerine ve kabiliyetlerine bağlı olarak Allah'ın (celle celâluhu) bir takdiridir. Kur'ân-ı Kerîm, insanların bu durumunu farklı iş kollarında birbirlerine olan ihtiyacın bir gereği olarak görmektedir: "Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık."1 Buna göre toplumda herkes kendisine yeter imkânlara ve aynı ekonomik güce sahip insanlar olsalardı, kimse kimseye muhtaç olmaz, birbiriyle münasebet kurmaz bir hayat sürerlerdi. Özellikle işlerin ve ihtiyaçların çokça çeşitlendiği günümüzde böyle bir durum hayatı bütünüyle zorlaştırırdı. Ayrıca insanlar eşit iktisadî imkânlara sahip olsalardı yeryüzü mamur olmaz, ilerleme ve kalkınma gerçekleşmezdi. Dolayısıyla sebeplerin ve maddî imkânların farklılığına istinaden, insanlar da fakirlik ve zenginlik gibi farklı içtimaî statülere sahip olmuşlardır.

Günümüzde Fakirliğin Sebepleri

İnsanlığa bahşedilen maddî ve mânevî bütün imkânlara rağmen, günümüz insanlarının yaşadığı fakirlik, zarurî ihtiyaçların karşılanması için gerekli olan kaynakların yetersizliğinden değil, milletlerin benimsemiş oldukları 'ekonomik ve sosyal telâkkiler' ile 'kaynakların kullanımı, dağıtılması ve taksimindeki adaletsizlik'ten kaynaklanmaktadır. Bugün açlık ve yoksulluk çeken bazı Afrika ve Asya ülkelerinde görünen manzara, bu tespitin haklılığını gözler önüne sermektedir. Zîrâ bu ülkelerde her ne kadar yaşanan iklim şartlarının sebep olduğu bazı olumsuzluklar varsa da, hemen hepsinin nüfusunun az, toprağının fazla, yer altı ve yer üstü zenginliklerinin de fevkalâde olduğu görülmektedir. Bu gibi imkânlara rağmen fakirliğin had safhada yaşanıyor olmasının temelinde beşerî ve medenî telâkkilere bağlı saiklerin rolü şeklinde değerlendirmek mümkündür.
Batı medeniyeti, sermayeyi hiç kimseyle paylaşmaya yanaşmayan, tek başına tüketme anlayışına kilitlenmiş kapitalist bir sistemdir. İşte bu vasıflarıyla "kapitalizm, ferdi ilâhlaştırıyor; kazanmayı, mülk ve serveti mâbud ve tapınılacak nesneler hâline getiriyor ve insanlığı lüks, sefahat ve israf bataklığına itiyordu. Onun sayesinde fakir iyice fakirleşiyor, zengin de korkunç denecek derecede zenginleşiyordu. Servet belli ellerde toplanıyor ve büyük çoğunluk, bu tekelci sınıfın gizli tahakküm ve sultasının kölesi hâline geliyordu. Üretimin çok büyük bölümü kapitalistin cebine girerken, işçi ne öldürür ne oldurur bir ücretle geçinmek zorunda bırakılıyor ve servet düşmanlığı ile âdeta hezeyan yaşıyordu."2
Makro plândaki bu menfi şartların yanında, insanları fukaralığa sevk eden ferdî/mikro seviyedeki âmillerden de söz etmek mümkündür. Bu nevi âmillerin daha çok insan unsuruna dayalı olduğu ve bir ülkede yaşayan insanların eğitimsiz ve câhil kalması, tembellik, çalışmama ve iş imkânlarından yoksun bırakılması, elde edilen nimetlerin ölçüsüzce tüketilip israf edilmesi ve fakirleri sahipsiz kalmaktan kurtaran infak ve yardımlaşma erdeminin terk edilmesi gibi temelde 'kaynakların üretimi, kullanılması ve dağıtılmasına' yönelik âmilleri bu bağlamda zikretmek mümkündür. Fakirliği doğuran bu sebepler irdelendiğinde, bütün bir insanlığın ve hatta kâinatın düzen ve iyiliğini hedef alan adalet ve hakkaniyet esaslarından uzaklaşıldıkça, kaynaklara bencilce yaklaşıldığı, kullanımı ve paylaşımı konusunda da büyük adaletsizlikler ve haksızlıklar yaşandığı, dolayısıyla bunun da fakirlik gibi amansız bir probleme sebep olduğu görülmektedir.

Makro Plânda Fakirliğin Çözüm Yolları

Fakirliğin çözümü hususunda Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği sermaye anlayışının ve malın elde edilmesi, kullanılması ve harcanmasında vazettiği 'Hak' kavramının önemli bir role sahip olduğu görülür. Bu sebeple O (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine İslâm toplumunda hakkın sahibine teslimi için gerekli her türlü tedbiri almıştır. Bu münasebetle toplumda haksız kazanca sebep olan 'faiz' yasaklanmış, meşru yollarla kazanılan 'gelir'in hak sahipleri arasında en ince ölçülerle paylaşılmasına büyük itina gösterilmiştir. O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği bu anlayışta, hak sahibinin zengin-fakir, insan-hayvan, Müslim-gayrimüslim olmasının çok fazla bir önemi yoktur. Hak kime aitse ona verilmelidir ve kimin hakkı çiğneniyorsa, buna da mâni olunmalıdır. Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği bu sisteme göre, insanlar arasındaki âdil gelir dağılımı ve sosyal adalet iki merhalede gerçekleştirilmiştir: Birinci merhalede, üretim süreci, hedefe ulaştıracak ilkelerle düzenlenmiştir. Bu ilkelerin başında, faiz yasağı yani kazancın mutlaka 'emek' veya 'risk' unsuruna dayanması gelmektedir. Böylece herkesin üretim sürecine katılması, işsizlere iş bulmada yardım ederek onlara sosyal ücretin ödenmesi, haksız kazançlara yol açacak kumar, karaborsacılık, parayı piyasadan çekme (kenz), aldatma, zarar verme, lüks ve israf, cimrilik, fiyatları yükseltmek maksadıyla tekel oluşturma vb. eylemlerin yasaklanması gibi ilkeler çok ehemmiyet arz etmektedir. Bu safhadaki emir ve yasaklar ekonomiyi 'düzenleyici' bir fonksiyona sahip olmaktadır.İkinci merhaleye gelince, birinci merhalede âdil gelir dağılımı ve sosyal adaletin gerçekleşmemesi hâlinde, gelirin yeniden dağılımı yapılır. Gelir grupları arasındaki farklılıklar ve doğabilecek aksaklıklar çeşitli gelir transfer yollarıyla giderilir. Bu safhada kullanılan en önemli araç 'zekât'tır. Ayrıca, zekâtın dışındaki diğer sadaka çeşitleri, özellikle sadaka-i câriye, keffaret, nezir ve infak (Allah yolunda harcama) gibi gelir transferleri, birinci merhalede doğabilecek gelir farklılaşmasını ve aksaklıkları 'düzeltici' bir fonksiyon icra etmektedir.Dolayısıyla, Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği iktisat anlayışının, 'faiz yasağı' (hurmet-i riba) ve 'zekât farzı' (vücub-i zekât) esası üzerine bina edildiği söylenebilir.3 Bediüzzaman Hazretleri de günümüz toplumlarını içten içe kemiren bu hastalığa ve tedavi yoluna şöyle işaret etmiştir: "Beşerin sosyal hayatında yaşadığı bütün ahlâksızlığın ve karışıklığın kaynağı şu iki cümlede gizlidir: Birisi: 'Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölecekmiş bana ne?' Diğeri de: 'Sen çalış, ben de yiyeyim.' Bu iki cümleyi doğuran şey de, faizin yaygınlaşıp zekâtın terk edilmesidir. Dehşet verici bu iki içtimaî hastalığı tedavi edecek tek çare de, toplumda zekâtın genel bir prensip ve vecibe olarak ifa edilmesi ve faizin yasaklanmasıdır.'4

Mikro Plânda Fakirliğin Çözüm Yolları

Öteden beri toplumlarda var olan fakirlik probleminin çözülmesi konusunda, her ne kadar genel iktisadî telâkkilerin önemli bir yeri olsa da, mevcut durumu düzeltmek için de ferdî/mikro plânda bazı çözüm yollarının uygulanması gerektiği anlaşılmaktadır. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, bu problemin çözümü konusunda insanların eğitilerek cehaletten kurtarılmasının, ataletten sıyrılıp bir iş kolunda elinin emeğiyle çalışarak kazanmasının, muhtaç insanlara el uzatıp infak etmenin ve sahip olduğumuz nimetleri kullanırken israftan kaçınıp iktisat yapmanın ehemmiyeti fevkalâde büyüktür. Şimdi bu çözüm yollarını daha yakından inceleyerek bu hususta hangi imkânlara sahip olduğumuzu tahlile çalışalım.
1)Eğitim:
Günümüz iktisatçıları, bugün yaşanan yoksulluk ve açlık probleminin asıl sebebini maddî imkânlardan yoksunluk değil, insanların cahil bırakılması ve yeterince eğitilememesi şeklinde izah ederler. Bugün artık yoksulluğun eğitimsizliğe, eğitimsizliğin de yoksulluğa sebep olduğu bilinen bir husustur. Bu konuda yapılan araştırmalar, minimum düzeyde bile olsa, ekonomik ilerleme için okuryazar olmanın bir ön şart olduğunu göstermektedir. Fakirlik problemi yaşamayan nice milletler var ki, tabiî zenginlikleri bulunmadığı hâlde, maddeten refah seviyesinin üstünde bir hayat sürerler. Bunun sebebi eğitim, teşkilâtlanma ve disiplin üçlüsünün hayata geçirilmiş olmasıdır.
Kur'ân-ı Kerîm'in daha ilk inen âyetlerinde Allah Teâlâ'nın insanı yarattığı, Kerem sahibi olduğu için ona kalemle yazmayı öğrettiği ve insanın da O'nun öğrettiklerini 'oku'ması gerektiği ifade edilmiştir.5 Dolayısıyla, insanın doğuştan öğrenme ve beyan kabiliyeti bahşedilmiş olarak yaratıldığına ve bu donanımını eğitimle daha da geliştirip derinleştirebileceğine işaret edilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri de buna istinaden 'insanın en fıtrî vazifesinin, eğitim yoluyla olgunlaşıp kemale ermek'6 olduğunu belirtmiştir.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de Kur'ân'ın bu buyruklarını tatbik etmek üzere daha Mekke döneminden itibaren, hayatlarını fakru zaruret içerisinde sürdüren ashabını eğitip yetiştirmek için bütün imkânları seferber etmiştir. Ashab-ı Kiram, Mekke devrinde Erkam b. Ebi'l Erkam'ın evinde toplanır ve burada Hz. Peygamber'den (sallallahu aleyhi ve sellem), yeni inen Kur'ân âyetlerinin açıklanmasını kapsayan bir eğitim alırlardı. Keza Medine'de ilk günlerde inşa edilen Mescid-i Nebevî'nin bir köşesi de, ashab-ı suffe için ayrılmış ve onlar başta Kur'ân kıraatı, kitabet ve dinin ahkâmı olmak üzere maddî-mânevî her alanda talim ve terbiye görmüşlerdir. Eğitim-öğretim için önemli bir vasıta olan yazının (kitabet) her halükarda öğrenilmesine ve okur-yazarlığın yaygınlaşmasına büyük ehemmiyet verilmiştir. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat Bedir esirlerinden okuma-yazma bilenleri muallim olarak istihdam etmiştir.7 Sayıları 80-400 arasında değişen Suffe ashabı, Medine'de kurulan ilk İslâm üniversitesinin de gönüllü talebeleri olmuşlardır. Okuma-yazma bilenlerin sayısının çok sınırlı olduğu bir ortamda, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), sahabe-i kiramın gençlerinin önce mânevî ilimlerle eğitilmelerini, daha sonra da beşerî hayatta gerekli ilimleri öğrenmelerini tavsiye etmiştir. Bu münasebetle, anne-babaların gençlere ok atma, yüzme, miras taksimi (ferâizle ilgili matematik), tıp ve sağlık bilgileri, astronomi ve ensab ilmini öğretmeleri talimatını vermiştir.8
Bugün fakirliği hayatının her karesinde derinden derine hisseden insanları ayağa kaldırabilmek için yapılabilecek en tesirli ve acil çözümün eğitim ve terbiye seferberliğinden geçtiği açıkça anlaşılmaktadır. Bu gibi insanlara acımak yerine, onlar adına eğitim-öğretim müesseseleri kurmak, bunları köşe bucak yaygınlaştırmak, istidatlı olanları seçerek daha iyi eğitim imkânına kavuşturmak, -biiznillah- aşılmaz gibi görünen bu fakirlik probleminin kısa zamanda çözülmesini netice verecektir.
2) Çalışmak
Fakirliğin karşısına çıkarılacak en güçlü tedbir ve çözüm yollarından birisi de, hem maddî hem de mânevî alanda çalışmak ve sa'yu gayret göstermektir. İnsanın fakru zarurete düşmemesi, başkasına el avuç açmaması için çalışmaktan başka bir çıkar yol bulunmadığını Yüce Allah (celle celâluhu) mealen şöyle ifade buyurmaktadır: "İnsan için ancak çalıştığı(nın karşılığı) vardır. Onun çalışmasının semeresi şüphesiz görülecektir."9 Bu âyetin tedai ettiği mânâyı şöyle özetlemek mümkündür: 'Siz çalışacaksınız ki, gelecek nesiller mesut ve bahtiyar olabilsin. Siz terleyeceksiniz ki, arkadan gelenler rahat edebilsin. Siz bugün gayret göstereceksiniz ki, millet hâlinde (fakru zarurete düşmeden) haysiyetinizi koruma imkânına ererek izzetli yaşayabilesiniz. Evet, bu sayededir ki, kimse sizin paranızla oynayamayacak ve onda olumsuz dalgalanmalar meydana getiremeyecek ve ekonominizi sarsamayacaktır. Siz bugün dişinizi sıkar çalışırsanız, yarın onurlu, izzetli ve Allah'ın tam istediği şekilde, yani değişik devletlerin sultası altına girmeden yaşama imkânı bulur, mesut ve bahtiyar olursunuz.'10
İnsanın Yüce Yaratıcı'ya karşı vazifelerini yerine getirmekle birlikte dünyayı mamur hâle getirme çabası bir ibadet kabul edildiği için, çalışan kimsenin yani işçinin emeği de mukaddes ve değerli sayılmıştır. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, "Hiç kimse kendi elinin emeğinden daha temiz bir kazanç elde edemez"11 buyurmuş ve Allah'ın Elçisi ve toplumun lideri olmasına rağmen kendi alın teriyle geçimini sağlayan Hz. Davud'u (as) güzel bir örnek olarak göstermiştir.12 Dahası, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, çocuklarının rızkını sağlamak veya anne ve babasının ihtiyaçlarını karşılamak ya da kendi ekmeğini kazanmak için evinden çıkan bir insanın evine döneceği ana kadar Allah yolunda olduğunu söylemiştir.13Ayrıca, kimseye muhtaç olmamak ve anne-babasını, çoluk-çocuğunu da başkalarına el açtırmamak için işe giden bir insanın her adımında ibadet sevabı kazanacağını müjdelemiştir.14 Allah Resulü, işçilerin haklarının korunması, ücretlerinin eksiksiz ve zamanında verilmesi, onlara güzel davranılması hususlarında da pek çok tavsiyede bulunmuştur. Bu nebevî tavsiyelerinin birinde, "Allah Teâlâ, çalıştırdığı işçiden azami verim aldığı halde, onun ücretini tam ödemeyenin öteki hayatta hasmı olacaktır!" buyurmuştur.15
Günümüz toplumlarının karşılaştıkları en temel problemlerin başında her ne kadar işsizliğin geldiği söylense de, burada göz ardı edilmemesi gereken en esaslı problem, mevcut insan potansiyelinin sistemli ve plânlı bir şekilde gerekli iş sahalarına yönlendirilememesidir. 'Rahatın zahmette, zahmetin de rahatta' olduğu bilincini kavramış olarak, fakru zarurete düşmeden ve başkalarına yüzsuyu dökmeden hayatı idame ettirebilmenin çalışmaktan geçtiğini bilmektir. Mevcut haliyle fakirlikten kurtulmanın ve maddi-manevi terakki etmenin yolu, hiç şüphesiz Allah'ın (cc) koyduğu tekvinî kanunların (sünnetullah veya kâinat kitabının) doğru okunabilmesidir. Bu da ancak plânlı ve sistemli çalışmaktan, Üstad Necip Fazıl'ın ifadesiyle 'öz beynini burnundan kusacak' ölçüde bir sa'yu gayret göstermekten ve yeni yetişen nesillerin bu çalışma azim ve iştiyakıyla yetiştirilmesinden geçmektedir. 
3) İnfak
İnsanların fakirlik girdabına takılıp kalmalarının altında yatan ana sebeplerden biri de infak hususunda gerekli hassasiyetin gösterilmemesidir. Efendimiz'e (sallallahu aleyhi ve sellem) isnad edilen 'Komşusu açken tok yatan bizden değildir.'16 prensibini çok iyi idrak etmiş ve pratik hayatta da bunu büyük ölçüde uygulamış cemiyetlerde insanlar aç ve açıkta kalmayacaktır. 'Tarihin şehadetiyle sabittir ki, bu prensiplerin hayata hayat olduğu dönemde, günümüzde olduğu gibi ne içtimaî tabakalar arasında uçurumlar vardı, ne de bu tabakaların birbirlerine beslemiş oldukları kin ve nefret tufanları. Çünkü Müslümanlar kendi aralarında adeta Allah'ın tevzi memurları gibi davranırlar; hakkıyla zekâtlarını ve gerektiğinde de sadakalarını muhtaç olan kişilere oluk oluk akıtırlardı. Bu itibarla da, İslâm toplumunda, bir zümrenin alabildiğine zengin ve müreffeh, diğer bir zümrenin de fakir ve aç olması söz konusu değildir.'17
İslâm'da sosyal adâlet ilkesinin hayata hâkim kılınmasının en önemli dayanaklarından birisi olan 'yardımlaşma ve infâk' prensibi, Kur'ân'ın ve hadîs-i şerîflerin ifasını emrettiği temel bir prensiptir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm bu hususu mealen şöyle ifade buyurur: "Sarp yokuş, nedir bilir misin? Sarp yokuş: bir köleyi, bir esiri hürriyetine kavuşturmaktır! Kıtlık zamanında, akraba olan bir yetimi veya yeri yatak, (göğü yorgan yapan, barınacak hiçbir yeri olmayan) fakiri doyurmaktır…"18 Resûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) de, ashab-ı kiram arasında yaşanan fakirlik probleminin halli için hususi çaba sarf etmiştir. Medine'nin ilk yıllarında gerçekleştirilen 'kardeşlik akdi (muâhât)' bu hassasiyetin bir göstergesidir. Buna göre, Medine'nin yerlileri olan Ensar ile dışarıdan Medine'ye gelen Muhâcir aileleri, birlikte yaşayan iki kardeş aile gibi beraber çalışıp kazançlarını aralarında bölüşecekler ve hattâ birbirlerine mirasçı bile olacaklardı. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç vakit kaybetmeden 186 Muhacir aileyi aynı sayıdaki Medineli Ensar ailesiyle kardeş ilân etmişti.19 İnsanlık tarihinde benzeri görülmemiş böylesine önemli bir hadise, asr-ı saadet toplumunda gerçekleşmiş olması itibariyle, sosyal adâletin tesisi ve içtimaî dayanışmanın sağlanması adına atılmış önemli bir adımdır.
İnfâk prensibi, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) devrinde üstlenmiş olduğu fonksiyonu itibariyle ele alınır ve mânevî dinamikleriyle birlikte o seviyede hayata hâkim kılınabilirse, aşılamaz gibi görünen bu problemlerin rahatlıkla üstesinden gelinebilmesi mümkündür. Ruh ve mânâ köklerinden koparılmadan gerçekleştirilen infâk ve yardımlaşmalar, geçmişte olduğu gibi günümüzde de fakirliğin panzehiri olmaya devam edecektir. Kaynağını Kur'ân ve Sünnet'in bu gibi naslarından alan vakıf müessesesi, İslâm medeniyetinde öteden beri önemli fonksiyonlar icra etmiş ve aynı toplumda yaşayan fertler arasında gelir-servet dağılımının dengelenmesi ve sosyal adaletin sağlanması yönüyle cemiyet hayatımızda derin ve kalıcı izler bırakmıştır. Meselâ, Devlet-i Âliye'de devletin yalnızca resmî hizmet alanlarında işlev gördüğü, ancak bununla birlikte vakıfların iktisadî, içtimaî ve kültürel alanlarda hizmet ürettiği ve belli bir muhtariyete sahip olduğu görülür. Keza Osmanlıda vakıflar, tüm eğitim kurumları, sağlık hizmetleri ve bilumum sosyal müesseselerin kurulması ve yaşatılmasını üstlenmiş gayr-i resmî kuruluşlar olarak faaliyet icra etmiştir.
4) İktisat ve Kanaat
Fakirliğin en esaslı sebeplerinden biri de, ihsan edilen nimetlerin israf boyutunda tüketilmesidir. İçtimaî yapıdaki dengenin muhafazası, ancak israfın ve saçıp savurmanın terk edilmesiyle mümkündür. Müslüman bir cemiyette, kişi israfa giremez, kendi malı da olsa onu saçıp savuramaz. Zîrâ israf edenler ve lüksü esas alıp bohemce yaşayanlar, Kur'ân'ın tabiriyle 'şeytanın kardeşleri' olarak tavsif edilmişlerdir. "Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür."20 O halde Allah'a (cc) karşı nankörlükten kaçınmak ancak verilen nimetlerin harcanmasında iktisatlı olmak ve bu muvazeneye riayet etmekle mümkündür.
İsrafın zıddı olan 'iktisat, verilen nimetlere karşı manevî bir şükürdür. Zîrâ iktisatlı insan, hakikatte nimetleri kendisine ihsan eden Rabbi'ne ve dolayısıyla O'nun verdiği nimetlere karşı hürmet hisleriyle dolar, onların ardındaki rahmet-i İlâhiyeyi daha iyi kavrar; Rezzak-ı Hakiki'yi bilmenin hâsıl ettiği ulvî duygular sayesinde nimetlerden daha derin lezzet duyar; kendisine bahşedilen o kıymetli hediyeleri boşa harcamaktan kaçınır, onları ihtiyaç miktarınca kullanır. Böylece hem başkalarının eline bakma zilletinden kurtulup izzetini korur, hem de bu mânevî şükrüne bir mükâfat olarak, hakkında bir bereket vesilesine dönüşen iktisat sayesinde, ziyade nimetlere kavuşur.'21 Dolayısıyla fakirliği yenmenin yolu, iktisat sayesinde elde edilen böyle bir bereket sofrasına kurulmak ve böylelikle O'nun bitmez tükenmez hazinelerinden istifade etmektir.
Resulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) de, hayatının her aşamasında iktisatlı olmaya riayet etmiş, ashabını ve ümmetini de bu yönde terbiye etmiştir. Nitekim iftar vakti kendisine ikramda bulunan sahabilere şöyle buyurmuştu: "Bakınız! Şunu iyi bilin ki, kim (yemesinde-içmesinde, giyiminde-kuşamında) Allah için mütevazı olursa, Allah onu yücelttikçe yüceltir; kim de kibirlenir ve büyüklük taslarsa, Cenâb-ı Hak onu da alçalttıkça alçaltır. Kim iktisatlı hareket ederse, Allah onu zengin kılar; kim de israf ederse, Cenâb-ı Hak onu fakr u zarurete müptela eder ve kim Allah'ı çokça zikrederse, Allah Teâlâ ondan hoşnut olur."22
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "İktisat eden, ailesini geçindirme hususunda darlık çekmez."23mealindeki hadîs-i şerîfinde de, 'helal kazançla ve insan haysiyetine yakışır bir şekilde aile fertlerine bakmanın sırrı olarak iktisat yolunu göstermiştir. Bediüzzaman Hazretleri de, "Yiyin, için, fakat israf etmeyin"24mealindeki âyeti nazar-ı dikkate alarak yazdığı İktisad Risâlesi'nde, Müslüman milletlerin hali hazırda yaşadıkları fakirlik probleminin temelinde israf ve kanaatsizliğin bulunduğunu ifade ederek, çözümün de ancak iktisat ve kanaatten geçtiğine işaret etmiştir. Ona göre 'iktisat etmeyen kimse, zillet, dilencilik ve sefil bir hayat yaşamaya mahkûmdur.'25
Hâsılı iktisat, her şeyden önce insanı kanaatkâr hale getirmektedir; hadîs-i şerîfin ifadesiyle "Kanaat, tükenmez bir hazinedir."26 ve "Kanaat eden aziz yaşar; tamah eden ise zillete mahkûm olur."27 Dolayısıyla iktisat, berekete ve izzetli yaşamaya vesile olmaktadır. Dün olduğu gibi bugünün Müslümanları da iktisat ve istiğna ruhunu hayatlarının esası yapmak; yeme-içme, giyim-kuşam, ev-bark, araba ve eşya gibi bütün ihtiyaçlarını zaruret çizgisine göre ele almak ve her meselede tevazu kaidesine uygun davranmaya çalışmak durumundadırlar.

Netice

Günümüzde insanlığa bahşedilen bütün İlahî ihsanlara rağmen, bugün dünya nüfusunun en az üçte birinin çok derinden hissettiği fakirlik meselesi, temel bazı sebeplere dayanmaktadır. Buna göre fakirliğin ana sebepleri, zaruri ihtiyaçların karşılanması için gerekli olan kaynakların yetersizliği değil, milletlerin benimsemiş oldukları 'ekonomik ve sosyal telâkkiler' ile 'kaynakların kullanımı, dağıtılması ve taksimindeki adaletsizliktir. İnsanları fakirliğe sevk eden mikro seviyedeki âmiller ise, daha çok insan unsuruna dayalı olup bir ülkede yaşayan insanların eğitimsiz ve câhil kalması, tembellik, çalışmama ve iş imkânlarından yoksun bırakılması, elde edilen nimetlerin ölçüsüzce tüketilip israf edilmesi ve fakirleri sahipsiz kalmaktan kurtaran infak ve yardımlaşma erdeminin terk edilmesidir.
Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği sisteme göre, insanlar arasındaki âdil gelir dağılımı ve sosyal adalet iki merhalede gerçekleştirilmiştir. Birinci merhalede başta faiz yasağı, ikinci merhalede de özellikle zekât ve emsali yardımlarla, hakkın sahibine teslimine dâir sistemdeki aksaklıklar ortadan kaldırılmıştır. Fakirliğin giderilmesi konusunda takip edilen bu genel iktisadî telakkilerin önemli bir yeri olsa da, mevcut durumu düzeltmek için ferdî plânda da bazı çözüm yollarının uygulanması gerektiği anlaşılmaktadır. Araştırmalar gösteriyor ki, bu problemin çözümü konusunda insanların eğitilerek cehaletten kurtarılmasının, ataletten sıyrılıp bir iş kolunda elinin emeğiyle çalışarak kazanmanın, muhtaç insanlara el uzatıp infak etmenin ve nimetleri kullanırken israftan kaçınıp iktisat yapmanın ehemmiyeti fevkalâde büyüktür."
Alıntı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder