16 Aralık 2014 Salı

Kalp..ve gözü!..

"Pierre Franckh, “Rezonans Kanunu” adlı kitabında bazılarınızın bildiği, ama birçoğunuzun bakış açısını değiştirebilecek şeyleri iddia ediyor: “Eğer şu ana kadar istekleriniz gerçekleşmediyse, en şiddetli arzularınıza ulaşamadıysanız; eğer hayatınıza hiç istemediğiniz şeyler girdiyse, eğer mutsuzsanız veya yenilgiye uğradıysanız, bütün bunların sebebi düşünce tarzınız ve etrafa yaydığınız elektriksel dalgalardır. (Külli İradeyi işin içine katmak şartıyla kesinlikle katıldığım bir cümle.)
Franckh bu kitabında; Rezonans Kanunu’nu kavrayıp onu nasıl kullanacağımızı anlamaya başladığımız anda, hayatımızdaki her şeyin mümkün olabileceğini anlatıyor. Yazar, hayatımızı kalbimizle değiştirebileceğimizin de altını çiziyor ve ekliyor: “Eğer istediğiniz sonuçları elde etmeye çalışıyorsanız; düşüncelerinizi, duygularınızı ve inançlarınızı gözlemleyerek yönlendirmeye başlamalısınız. Çünkü hissettiğiniz ya da düşündüğünüz her şey, bir rezonans alanı oluşturur ve siz isteklerinizi yönetebilirsiniz.”
Rezonans Kanunu, evrendeki her şeyin birbirleriyle titreşimler aracılığı ile nasıl iletişim halinde olduğunu anlamamızı sağlar. Vücudumuzun her bir organı ve hücresi de dâhil olmak üzere dünyadaki bütün nesnelerin ve canlıların kendilerine has bir titreşimleri vardır. Bu, madde içinde böyledir. Diğer insanlar, nesneler veya olaylar, eğer bizimle aynı frekansta iseler, içimizde oluşturduğumuz titreşim alanına karşı koyamazlar. Bizim titreşimlerimize tepkisiz kalmaları mümkün değildir. Peki, ama diğer varlıkların bizim enerjimizle titreşime geçmesi bize ne yarar sağlar? Burada, Rezonans Kanunu’nun şu temel kuralı devreye giriyor: ‘Benzerler birbirini çekerler.’
Bizim titreşimlerimizle uyumlu olan her şey, karşı koymaksızın bizim hayatımıza çekilecektir. Bu, bizim için her zaman olumlu bir şey anlamına gelmez. Mesela içimizdeki “negatif titreşim enerjisi” olarak adlandırdığımız şey; bizde hoşlanmadığımız, huzursuzluk verici hislerin uyanmasına, hatta belki sarsıcı olayların yaşamımıza çekilmesine sebep olabilir. İşte bu yüzden, nasıl bir titreşim içinde olduğumuzun, bilerek veya bilmeyerek hangi duygusal yoğunluğu oluşturduğumuzun farkına varmak, bizim için çok mühimdir.
Kalp, bizim kültürümüzde ezelden beri sevginin en kuvvetli sembolü ve duygularımızın merkezi olarak kabul edilirdi. Ama sonra tıp ve modern bilim ortaya çıktı ve bize, kalbin sadece vücudumuzda kanın dolaşımını sağlayan bir pompa olduğunu yutturmaya çalıştı. Bilim şimdiye kadar beynin, sahip olduğu elektromanyetik nabızlarla en büyük yayın alanına sahip olduğunu varsayıyordu. Ama şimdi bundan çok daha büyük bir enerji alanı bulundu, insan vücudundan dışarı uzanacak kadar kuvvetli bir enerji. Hepsi bu kadar da değil!
Bilim adamları araştırmalarında kalbimizden yayılan bu elektromanyetik alanın sadece duygularımız tarafından oluşturulmadığını ve gücünü diğer önemli bir kaynaktan, kanaatlerimizden; yani derin bir inançla bağlandığımız ve hayatımıza doğrultusunda yön verdiğimiz düşüncelerimizden aldığını buldular. Bütün duygu ve düşüncelerimiz kalbimizin enerjisinde bilgi olarak bulunmakta ve vücudumuzdan yayılan en kuvvetli sinyal olarak sadece beynimize ve organlarımıza değil, aynı zamanda dünyanın derinliklerine doğru taşınmaktadır. Bu ezeli gerçeğin yansımalarını “kendini derin bir inançla savunmak”, “bir şeyi kalpten istemek” ve tabii “kalbinin sesini dinlemek” gibi bazı deyimlerimizde görmek mümkündür.
Kalbimiz, bütün inançlarımızı, geleceğe yönelik düşlerimizi ve duygularımızı başka bir dile, titreşimlerin ve dalgaların kodlanmış diline çevirir ve bunları evrene gönderir. İnançlarımız kalbimizin yaydığı elektromanyetik dalgalar sayesinde fiziksel dünyayla etki alışverişinde bulunur. Yayılan bu enerjinin ne denli büyük olduğunu HeartMath Enstitüsü’nün yaptığı araştırmalar gözler önüne seriyor: Kalbin elektrik akımı (EKG), beyinde oluşan elektrik akımından (EEG) altmış kez daha kuvvetlidir. Kalbin manyetik alanı ise beyninkinden beş bin kez daha kuvvetlidir. Demek ki kalbimizle, beynimizle yaydığımızdan çok daha fazla enerji yayıyoruz.
Peki, bunu bilmek, bizim için neden bu kadar önemli? Çok basit, çünkü bu sayede, bazı dileklerimiz hemen gerçekleşirken, bazılarının gösterdiğimiz tüm çabalara rağmen neden bir türlü tezahür etmediğini anlıyoruz. İsteğimizin gerçekleşeceğine gerçekten inanmadan olumlama (imgeleme) yaparsak ya da bir şeylerin hayalini kurarsak, sadece beynimiz elektromanyetik dalgalar yayarken, duygularımızın gerçek merkezi olan kalbimiz beş bin kat daha büyük bir kuvvetle, genellikle tereddüt ve korku olan asıl inancımızı dünyaya yayar. Bunun sonucu apaçık ortadadır; hayatımızda sadece kalbimizin derinliklerinde gerçekleşeceğine inandığımız şey gerçekleşecektir.
İnançlarımızı duygularımızla desteklediğimiz zaman yaydığımız enerji çok daha büyük olur. Ama üzgün, depresif ya da bitkinsek, istediğimiz şeyi dileyebiliriz, bu durumda kalbimizden yaydığımız hüzünlü duygular, mantığımızdan gelen isteklerden her zaman daha güçlü olacaktır. Peygamberler, evliyalar, dünyaca ünlü âlimler ve bilgelerin ısrarla “Kalp gözüyle görmeyi” öğrenmemizi söylemeleri bu yüzdendir.
Sözün özü; inandığımız (hemen) her şey yaşamımızda gerçekleşir.
Bu nedenle, isterken dikkat edilmesi gereken en önemli noktalar: Ne dilersek dileyelim bunu mantık seviyesinden kalp seviyesine taşımalı, isteğimizin mümkün olduğuna kesinlikle inanmalı ve kendimizi mutlu bir ruh haline sokmalıyız. Öncelikle bilincimizi hedefimize yönlendirmeliyiz ki, hayatımızda gerçekleştirmek istediğimiz şeylerle etkileşime geçebilelim.
Ve son sözü bilim değil Ebu Hüreyre’den (r.a) nakledilen bir hadis-i şerifte âlemlere rahmet peygamberimiz söylüyor; “Allah’a duayı, size icabet edeceğinden emin olarak yapın. Şunu bilin ki Allah, bu inançla olmayan ve gafletle, başka şeylerle oyalanan kalbin duasını kabul etmez.”
Tabiî, cevap vermekle kabul etmek ayrı. Her duaya cevap verilir, ama kabul, Onun hikmetine bağlı."
Alıntı..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder